Yıldızlar kümesi altında
Mavi Marmara gemisinin Kıbrıs açıklarında diğer gemileri bekleyerek ardından konvoy halinde Gazze’ye doğru yola koyulacağını biliyorduk. Bundan dolayı belirli bir mesafeden sonra mola vereceğimizi biliyorduk. Gemimizin çok hızlı gittiği söylenemez. Zaman zaman sağımızdan ve solumuzdan devasa gemiler geçiyordu. Göz ucuyla onları takip ediyorduk. Sonra yanımızda birkaç gemi daha belirdi. Ve bize yakın duruşlarından dolayı bizim kafileye ait olduğunu anlıyorduk. İki gün yol aldıktan sonra esas üçüncü gün denize demirledik. Elbette sürüklendiğimiz de oluyordu. Eskiden çok fazla kaptan-tayfa yani denizci maceraları okuduğumdan dolayı sürüklenmenin ne demek olduğunu az çok biliyorum. Geçenlerde Boğaz’da da devasa bir Rus gemisi dümeni kilitlenmiş olduğundan dolayı kıyıya sürüklenmiş ve güç bela Ortaköy iskelesine ve kıyıdaki gemilere çarpmadan son anda durdurulabilmiş ve tekrar rotasını bulmuştu.
İlk günden sonra gemiye alışmıştık. Biraz münzevi olduğumu söylemiştik, bundan dolayı pek de basın locasına gitmiyordum. Lakin arkadaşlar benim de orada ismim olduğunu söylediler. Bu hatırlatmadan sonra sık sık güverte ile birlikte basın odasına dalar oldum. Artık vakitlerim güverte ile basın odası arasında geçiyordu. Birçok ülkeden gazeteciler vardı. 60 civarında oldukları hesaplanıyordu. Cevdet Kılıçlar onlara hizmet veriyordu. Rahmetli Cevdet Kılıçlar’ı orada tanıdım. Öncesinden hiç aşinalığım yoktu. Ya da bana öyle geliyor. Zira Milli Gazete de dahil birçok gazetede çalışmış bir arkadaş. Lakin gölge gibiydi ve varlığıyla yokluğu pek hissedilmiyordu. Sessiz ve sakindi.
Gazeteciler kabininde tanıdık simalar vardı. Bazen Ahmet Varol’la yarenlik ediyorduk. Vuslat dergisinden Hamza Er de gemide idi ve sık sık onu görüyordum. Bazen Özgün Duruş ve Özgün İrade gibi yayın organlarından tanıdığımız Ramazan Kayan Hoca da bu oda da eğleşenler arasındaydı. Dolayısıyla günüm, güvertede volta atmak, namaz vakitlerinde namaz kılmak ve sohbet etmek, dinlemek ve biraz da basın locasına takılmakla geçiyordu. Basın locasında özellikle de kantinle aramız epey iyiydi. Bol bol hazımsız midem için soda alıyordum.
*
Gemide ikinci gece de çantalarımın yanında yatamadım. Vuslat bir türlü nasip olmuyordu. Geç vakitlerde çantalarımın yanına uğradığımda yeni misafirlerle karşılaşıyordum. Galiba gece epey geçmiş olmalıydı ve yeniden yerime geldiğimde tam siper yeni birilerinin işgal vaziyetinde olduğunu gördüm. Yapacak bir şey yoktu. Koridora yakın kantinin hemen karşısındaki koltukta veya makatta kendime uzanacak bir yer buldum. Bereket birisi boydan boya yatmış ama koltuğu tam kaplayamamıştı. Ondan kalan yere uzandım. Bu bana 17 yaşımda ilk hac vazifemi yaptığım ortamı hatırlattı. O zaman Tebliğ Cemaatinin ilk Türkiye temsilcisi rahmetli Ahmet Saruhan ve bir yaşlı kuşakla birlikte aynı yere düşmüştük. Daha doğrusu onlar beni yanlarına almışlardı. Nerede akşam orada sabah vaziyeti haccımızı eda ediyorduk. Genç olduğumdan Arafat ile Müzdelife arasındaki mesafede onlar da yolluklarını bana taşıtıyorlardı. Bundan dolayı yorgun ve bitkindim ve bıraksalar çalılıklar içinde uyuyacaktım. Ahmet Saruhan daha sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Galiba bunu da İsmail Dilben adındaki müşterek arkadaşımızdan duymuş olmalıyım. Kantinin karşısında yorgunluğun vermiş olduğu ihtiyaç ile çok tatlı bir uyku çektim. Lakin ayakaltı bir yerdi ve sabah namazından sonra pek fazla uyunmuyordu. Kepenkler açıldığında millet kuyruğa giriyor, kahvaltı ve çay alıyordu.
Doğrusu bu maceramızın sonunu merak ediyordum. Bize aylar sürecek ve ucu açık bir yolculuktan bahsediyorlardı. Lakin ben bunu pek inandırıcı bulmuyordum, kaldıracağımızı da sanmıyordum ve 10 günlük bir süre içinde yolculuğumuzun nihayete ereceğini düşünüyordum.
*
Üçüncü gün tam gün mola vermiştik. Kıbrıs kesiminden gelecek milletvekillerini bekliyorduk. Gemi etrafında bir hareketlenme vardı. Uzunca bir vakit mola verince denizle ülfet kesp etmiş ve denize vurulmuş ve tutulmuştuk. Üçüncü gece sabahtan sonra yerimizin iyice işgaliye altında olduğunu fark edince başımızın çaresine bakma gereği hissetmiştik. Eşyalarımı aldım ve diğerleri gibi güverteye fırladım. Antalya grubundan arkadaşlar da benim gibi ancak güvertede kendilerine yer edinebilmişlerdi. Şikayetçi değildik. Arkadaşlardan bazıları yerlerini bana verdiler. Yanımda hep müstakbel gaziler vardı. Onlar sayesinde ve yanlarında güvertede sonunda kendimize bir yer edinebilmiştik. Bir de uyku tulumu ayarladık ve Antalya’dan tanıştığımız arkadaşlardan birisi bana yerini takdim etti. Bir tarafta Canip Tunç diğer tarafta Muhyiddin Gili ve diğer tarafta da Van’dan Abdulhalim Almalı vardı. Üçüncü geceyi yıldızlar kümesi altında geçirdim. Aya hiç olmayacak kadar yakın olduğumu hissettim. Deniz ile ay veya deniz ile gökyüzü arasındaydık. Bana hasat mevsimlerinde yaşadıklarımı hatırlattı. Ay ile hiç bu kadar yakın olmamıştım. Ay ışığı ile denizin kavuştuğu berzahta idim.
Üçüncü gün mola verdiğimiz yerde deniz lacivert bir elbise giymişti. Artık karargahımı basın odasının karşısına kurmuştum. Bir yanım denize nazır diğer yanım ise basın kulübüne bakıyordu. Bir ara baktım son taşındığım yere de galiba gecesinden uykusuz kalmış bir basın mensubu ilişmişti. İstirahatından sonra çekip gitmişti. Burası tam benlik bir yerdi. Dışarı çıkıyorsun güverte içeri giriyorsun basın locası. Basın locasına bu yakınlıktan dolayı müdavemet etmeye başlamıştım. Gazze sularına yaklaştıkça ben de yedeklerimi (yazı) artırıyordum. Yedekleri kendi bilgisayarımda yazıyor ve ana bilgisayarlardan da e-mail vasıtasıyla gönderiyordum. Bir ara acil koduyla evden aramışlar ve ulaşamadıklarını yazıyorlardı. Onlara müsekkin kuvvetinde bir mesaj ilettim. Sesleri kesilmişti. Bolca yedek yazı yazdım ama bunlardan bir kısmı yayınlanamadı. Zira pazartesi günü baskın yiyince diğer yazılar güme gitmişti. Zira onlar yayınlansaydı sanki bir şey yokmuş gibi algılanacaktı. Dolayısıyla elde patlamış ve anakronik yazılar haline gelmişlerdi. Gazetecinin en önemli işlerinden birisi zaman ayarıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.