5 dakikanın 5 ay uzayan gölgesi
Wosvagen marka araç ile birlikte dolambaçlı yolları kat ederek Muhaberat’a geldik. Lazoğlu semtini ve Muhaberat’ı ilk defa görüyordum. O ana kadar soğukkanlılığımızı muhafaza ediyorduk. Birden Muhaberat’ın nezarethane bölümüne geldiğimizde ortalığın ana baba günü olduğunu gördük. İnsanlar sere serpe dehlizleri ve koridorları doldurmuşlardı. Orada birkaç yabancı da gözümüze çarptı. Bunlardan birisi dünyanın paryası haline gelen Filistinlilerden Yasin isimli şahıstı ve uzun bir sakalı vardı. Birisi ise güngörmüş Lübnanlı Ammu Faruk olarak tanıdığımız zattı. Tüccar olduğu belliydi ve Türkiye’ye de seyahatleri olmuştu. Onun ötesinde Mısır’ın bütün tayfları Muhaberat’ta temsil ediliyorlardı. Bunlar arasında ‘Ya habibi ya Nasır’ diyerekten sağa sola tüküren zır deliler bile vardı. Bunları oraya getirenler mi deliydi, yoksa bu zevat mı? Sonra adamları zapt etmek için nezarethanede hem ellerinden hem de ayaklarından zincire vurmuşlardı. Biz hâlâ 5 üzerinden nice dakikalar geçse de 5 dakikanın sihirli etkisinden kurtulamamıştık. Dolayısıyla yeni yerimize bir türlü adapte olamıyorduk. Koridorlar bile gözaltına alınanlarla dolup taşmıştı. Bundan dolayı nezarethane ile koridorlar birbirine karışmıştı. Biz hâlâ ayaktaydık. Daha sonra çömelmeye başladık ve sonrasında da betona mıhlandık. İlk önce Arap olsa da bizim gibi yabancı olan Ammu Faruk ile kaynaşmıştık, biraz yarenlik yaptık. Ne kadar böylece vakit geçirdik bilemiyoruz. Bizi çağırdılar ve gözlerimizi bağladılar ve ellerimizi birbirimizin sırtında dayayarak ite kaka yukarı katlara çıkardılar. Unutmadan Muhaberat’a girdiğimiz anı aktarmalıyım. Muhaberat’a geldikten sonra Vafi Ahmet Vafi’nin bürosuna çıkarıldık ve bizden yazılı ifade istedi. Bana Türkiye’de ve Almanya’da ne yaptığımı sordu veya yaptıklarımı anlatmamı istedi. Ben de kayda değer bir şey olmadığını söyledim. Bu kısa soru cevap faslından sonra bizi dediğimiz gibi en alta nezarethanenin bulunduğu yere götürdüler. Musa son gayretiyle bir şeyler daha mırıldanıyor ve yalvaran gözlerle mihmandarlarımızı merhamete getirecek bakışlar fırlatıyordu. Ama nafile. Onlar hâlâ bitmeyen 5 dakikadan bahsediyorlardı. Ancak kendimize koridorda ve beton üzerinde yer bulabildik. Sirkülasyon çok hızlıydı.
¥
Gözlerimiz bağlı olarak yukarı çıkardıktan sonra bizleri büro sandığımız yerlerde bir müddet ala koydular. Birisi geliyor ayaklarımızı kaldırmamızı istiyor, diğeri geliyor ‘rahat olun’ diyordu. Kendilerine göre iyi ajan kötü ajan rolü oynuyorlardı. Teker teker sorgulanmaya alınıyorduk ve sorgudaki zevat bana Yusuf Zeynelabidin’in Mısır’a neden geldiğini soruyor, ben de bilmediğimi tekrar ediyordum. Bana tehditler savuruyor, kah ‘Seni Türkiye’deki 12 Eylül generallerine teslim ederiz’, kah ‘Ömür boyu hapse mahkum olursun’ tarzında teslim olmaya zorlayan sözler söylüyorlardı. Bir iki defa böyle sorgulamalar devam etti. Ben de onlara ‘Türkiye’de benim bir sabıkam yok, 12 Eylül generallerini size tercih ederim’ diyordum. Bir defasında bizi teker teker küçük bir odaya aldılar. İlk önce Davud’u içeri almışlardı ve bulunduğu yerden canhıraş sesler yükseliyordu. Biz de endişeyle sıramızı bekliyorduk. Böyle yine anlamsız sorular eşliğinde bir iki defa daha darp ettiler ve bizi sonunda Muhaberat dehlizlerinde unuttular. Burada gelenler en fazla bir iki gün duruyor ve sonrasında ya serbest kalıyor ya da başka yerlere sevk ediliyorlardı. Biz ise Muhaberat’ın gediklisi olmuştuk. Bazı eğlenceli vakalar da olmuyor değildi. Muhaberat’ta çalışan alt düzeydeki memurlarla birbirimize alışmıştık. Bize bazen fıkralar da anlatıyorlardı. Bunlardan birisinde Sedat’ı Meçhul Asker’e defneden Mübarek’in selefinin naşının canlandığını görmüş, bunun üzerine yanındakilere ‘gömün gömün’ talimatı verdiğini anlatmışlardı. Bazen ise garip olaylar oluyordu. Bunlardan birisinde Kuveytli bir yaşlı, yaşı tutmayan Mısırlı bir kızla evlenmek istemiş ve evrakta tahrifat ve sahtecilik yapmış ve buraya düşmüştü. Bazen yaşlı adam lavaboya gittiğinde, dışarıda yattığı sedye üzerinde mizansen yapıyorlardı. Yastığı çarşafa sarıyorlar ve adam lavabodan geldiğinde ‘İşte sevgili eşin burada yatıyor’ diyorlardı. Ben buraya yeşil bir gömlekle gelmiştim. Yerde uzana uzana gömlek simsiyah olmuş ve asfalt ve zift rengine bürünmüştü. Banyo yapma imkanı yoktu. Tuvaletlerin bile kapısı seyyardı. Giren kapatıyor, çıkan kenara koyuyordu. Üstelik burada yemek de herkesin kendisine aitti ve kantinden karşılanıyordu. Bizim de yanımızda bulunan birkaç kuruşun suyu çıkmış ve sonu gelmişti. Bunun üzerine her gün bize ‘erkanu harp’ veya ‘riasetü’l erkan’ yazılı zarflarla 1 Cüneyh (Mısır parası) geliyordu. Giden gitti, gelen geldi ve nezarethane bile boşaldı. Neredeyse, Muhaberat’ta bizden başka kimse kalmadı. Tam 32 gün Lazoğlu Muhaberat binasında kalmıştık. Ben vaktimi kese kağıtları ya da oraya buraya atılmış polis dergileri okuyarak geçiriyordum. Bir gün Irak’ta çalışırken sınır dışı edilen bir sakallı genç geldi. Onunla birlikte de zarflarımız geldi ve doğrusu merak ettik. Bu gelen zarflar para zarfı değil, sevk zarfıydı. Oradaki görevliler zarflarımızın geldiğini söylediler. Bu zarflar bizim için yeni bir yol haritası anlamına geliyordu. Zarfları refakatçilerimize teslim ettiler ve bizleri de zincirlere vurdular ve birbirimize bağladılar. Ne olduğuna bir anlam veremiyorduk. Ama bizim için yeni bir yolculuk ve yeni bir dönem daha başlıyordu. Bakalım başımıza bu sefer neler gelecekti?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.