Geçici ve vasıfsız mahkum oluyoruz
Galiba Irak’tan kovulan ve bizimle aynı kaderi paylaşan arkadaşın adı Üsame olmalıydı. Lazoğlu’ndan çıktık ve şehri arkada bırakmaya başladık. Biz şehirde bırakılacağımızı umut ediyorduk. Şehri geçmeye başladığımızda ilk olarak Üsame biraz sarardı ve Seyyid Kutup’ların kalmış olduğu hapishaneye doğru yollandığımızı söyledi. Geçmişte Seyyid Kutup ve arkadaşları Tura Hapishanesinde kalmış ve Sedat olayların tırmanması sonucu dini hareketlerin liderlerini ve mensuplarını içeri tıkmak için buraya yeni ilaveler yapmış ve adını da İstikbal yani karşılama koymuştu. Tura Hapishanesi eskimiş ve yeni gelenlere cevap veremez hale gelmişti. Bunun üzerine Sedat yepyeni bir hapishane yaptırmıştı. Bunun adına da İstikbal-i Tura demişti. Esasen Aşdod Limanı’ndan sonra gittiğimiz Bi’r Seb’a Hapishanesi bana tamamen İstikbal-i Tura’yı hatırlattı. İkisi de yeni yapılmış ve bizi beklemekte idi. Sanki ilk (nüzela) sakinleri ve misafirleri bizdik. Kahire’yi geçerken Üsame’nin yüreği burkuluyor olmalıydı. Bizim için ise değişen bir şey yoktu. İstihbarat nezarethanesini terk ediyor ve bilmediğimiz bir limana veya yöne doğru gidiyorduk. Bu meçhul yönü tarif eden Üsame oldu. Yine de meçhule gitmektense bizim için yeni bir hapishaneye gitmek evla idi. Bizim tek tesellimiz bu idi. Ne kadar gittiğimizi bilmiyoruz ama mevsim kış mevsimi idi. Ne kadar gittiğimizi bilmiyoruz zaten demir yığınına benzer askeri mahkum nakliye aracından dışarıyı pek az bir surette görebiliyorduk. Varmışız ki, durduk. Hapishaneye transfer işlemleri yapılıyor. Gözlerimizi ne zaman yeniden bağladılar, hatırlamıyorum. Bizler koridorda sıralanmıştık. Gözlerimizdeki sargının altından, birbirimize kenetlenmiş vaziyette yüzlerce mahkumun olduğunu görüyor ve biraz da hissediyoruz. Taburlar halinde büroya ve görevlilerin önüne götürülüyoruz. Bizlere birer kart veriyorlar. Bu aynı zamanda yeni kimlik kartımız. Mahkum yazıyor. Daha sonra veya o sırada anladığımız kadarıyla kartta ‘sicni ihtiyati’ yazıyordu. Yani biz olağanüstü rejim (halet et tevari) nedeniyle geçici veya vasıfsız mahkumlar arasında bulunuyorduk.
¥
Sonra baktık herkes naklediliyor. Biz üç kişi koridorun soğuk zemini üzerinde bekleşiyoruz. Bizi niye beklettiklerini de bilmiyoruz. Üç yabancı biziz. Arada sırada birisi geliyor ve ‘Konuşacak mısınız?’ diyor. Biz de küfür eder bir havada telakki ettiğimiz bu söz karşısında ‘Ne konuşması?’ diye mukabelede bulunuyoruz. Besbelli ki bizimle dalga geçiyorlar ve nasırımıza basmak istiyorlar. Üzerimizi tekrar arayacaklar ve biz de bunun endişesi içindeyiz. Zira elimizde kalem var. Tek suç aletimiz bu. Gemide makas, İstikbal-i Tura’da kalem. Bunun hesabını nasıl vereceğimizi düşünüyoruz. Bizi yavaş yavaş bir yere doğru sevk ediyorlar. Merdivenleri çıkıyoruz. Çıkmadan önce üzerlerimizde olanları yeniden kaydediyorlar. Kalemler de gidiyor. Galiba Davud için ‘selasin ale isneyn’ diye bir ibare kullanıyorlar. Davud bu esrarengiz ifadeden 30 yıla mahkum olduğu şifresini çıkartıyor. Meğerse ikinci kat 30’uncu hücre anlamında bu ifadeyi kullanmışlar. Neyse benimle Davud’u aynı hücreye koydular. Lakin beş dakika sonra hücrenin kapısı yine çalındı ve bu defa benim ismimi anons ettiler. Bu defa da umuda kapılan Davud benim serbest kaldığımı zannederek ‘unutma bizi’ diyordu. Vedalaşıyor ve dışarıya çıktıktan sonra elçiliğe uğramamı ve durumlarını dile getirmemi istiyor. Ben de ‘hay hay’ diyorum ve hücreye veda ediyoruz. Birkaç adım atmadan bir başka hücre daha şıkırtılarla açıyorlar ve beni içeriye itiyorlar. Meğerse hepimizin ayrı ayrı kalmasında fayda mülahaza etmişler ve beni ve Davud’u önce Musa’dan ayırdıkları gibi şimdi de beni Davut’tan ayırıyorlardı.
¥
Şaşkın vaziyette içeriye damlıyorum. Gelirken elime bir Mısır imalatı tandır ekmeği, biraz da karper peyniri tutuşturmuşlardı ve öylece içeride kala kalıyorum. Sonra oturuyorum ve biraz sonra nereden geldiğimi ve nereye gittiğimi soruyorlar. Ben de ‘Türkiyeli’ olduğumu söylüyorum. Onlar da benim gibi şaşkın olmalı ki ‘Türkiye de neresi ve hangi ile ve kazaya bağlı bir köy?’ diye soruyorlar. Ben de dilimin döndüğünce ülke olduğunu anlatıyorum. Doğrusu kendi aralarında bir yabancı tahayyül edemedikleri için Türkiye’yi ülke içinde bir yer olarak algılamışlardı. Galiba sonunda muradımıza eriyoruz. Onlar da yemek üzerindeymiş ve yemeği yemeğe katarak imece usulü karnımızı doyuruyoruz. Lakin biraz sonra duvarın dip tarafından gürültüler geliyor. Bakıyorum karşı tarafa vuruyorlar ve alttan alta bir konuşma var. Meğerse Kızılderililerin dumanla haberleşme metotlarına benzer şekilde burada da duvarların altından bir haberleşme modeli geliştirmişler. Benim yabancısı olduğum bir şey. Duvarın altı dövülüyor ve bu yolla dikkat çekildikten sonra hücredeki yeni gelişmeler karşı hücreye bildiriliyor. 26 numaralı hücreye bir Türk’ün geldiğini haber veriyorlar. Bizi ikişer hücre aralıklarla yerleştirmişler. 27. hücre ise 26. hücredeki gelişmeleri 28’e aktarıyor ve böylece yeni durumu paylaşıyor ve haberdar oluyoruz. İstikbal-i Tura’da öğrendiğimiz bir şey var. Bizim gibi ihtiyatlı tutuklularla örgüt mensupları bir arada kalıyoruz. Sedat’ı öldüren örgüte Tanzim el Cihad diyorlar. Ve onlar da burada karışık bir surette kalıyorlar. Onların ele başları olan İbrahim Nacih gibi efsanevi isimler de yine burada tek kişilik hücrelerde barınıyorlar. İstikbal’de yemek rejimi biraz farklı. Haftada bir kibrit kutusu kadar haşlanmış et parçası veriyorlar. Bu Cuma gününe rastlıyor. Bizler de gıdasızlıktan dolayı eti bütün iştahımızla yiyoruz. Onun dışında menümüz fix. Günde iki öğün lapa lapa mercimek ve yine lapa lapa ful (bizde eşek baklası olarak anılır) yemeği veriyorlar. Tuvalet hücrenin içinde bir battaniye ile ayrışmış durumda. Bazen sular kesildiğinden dolayı her ihtimale karşı bidonlar var ve bunlar suyla dolu. Ama hapishane fevkalade yeni. Sedat, ölmeden önce bizi düşünmüş olmalı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.