Mustafa Özcan

Mustafa Özcan

5209 numaralı hücre

5209 numaralı hücre

Yeniden mevzumuza dönecek olursak; gemiden yine ellerimiz kelepçeli olarak ve sırf eziyet vermek için aheste aheste indiriyorlar. Sonra çadırdaki masalardan birisine götürüyorlar. Orada Türkiye asıllı bazı Yahudilerin tercüman olarak görev yaptıklarını görüyoruz. İsrail’de galiba askerlik gibi diğer devlet görevleri de otomatik olarak yenilenebiliyor. Kimilerine göre bu tercümanlardan birisi de Başbakan Erdoğan’ın Ticaret Fakültesindeki arkadaşlarından Rafeal Sadi idi. Gemiden inerken fotoğraflarımızı çekiyorlardı. Sorgulamada bizlere bütün uyarılara karşı neden seyrüseferde ısrar ettiğimizi sordular. Biz ise bu sorunun bize yöneltilmesinin usul açısından hatalı olduğunu söyledik. Birincisi, İsrail sularında değildik ve ikincisi de organize heyetinde bulunmuyorduk. Dolayısıyla bu soruların muhatabı değildik. Burada 72 saat içinde tahliye edilmemiz için bize gerekli düzenlemeleri içiren evrakı imzalattılar. Bu daha önce uyarılan meseleyle ilgili bir imza değildi. Ardından da bizi doktor çadırına yönlendirdiler ve yine tercüman vasıtasıyla doktorla konuştuk. Müzmin rahatsızlığımızın olup olmadığını soruyorlardı. Bu rutin işler bittikten sonra bizi çitlerin gerisine gönderiyorlardı. Sorular münhasıran gemi ile alakalıydı ve kesinlikle şahsi boyutta değildi. Esasında, İsrail hakkında çok yazı yazdığımızdan dolayı bunları gündeme getireceklerini sanıyorduk. Bizim gibi Türkiye’deki dostlarımız da bu tarz tahminlerde bulunmuşlar. Öyle olmadı ve onlar zamanla yarışıyorlardı ve önceliklerini tamamen gemi işgal ediyordu. Çitlerden geçerek bizi sonunda bir otobüse alıyorlar. Otobüs demir yığınından ibaret. Askerlerin elinde de pasaportlar vardı ve pasaportlardaki isimlerle otobüse binenleri mukabele ediyor ve karşılaştırıyorlardı. İşlemler bu suretle biterken sabaha doğru yani baskından 24 saat kadar sonra otobüsün tekerlekleri nihayet hareket etmeye başlıyor. Otobüsün üzerindeki sınırlı menfezlerden dışarısını görmeye çalışıyoruz.
¥
Aşdod ile Bi’r Seb’a veya Ber Şaba esasında Yahudilerin ilk ele geçirdiği Arap toprakları arasında bulunuyordu ve nihayetinde ne kadar gittiğimizi ve nereye gittiğimizi bilmeden ineceğimiz yere vasıl oluyoruz. Yine tam otomatik kapılardan bizleri içeriye alıyorlar. Yine kademe kademe ve bölük bölük kapıları geçiyor ve nihayet 50 kişilik bir bölüme vasıl oluyoruz. Sonunda mahpus da olsak daha rahat bir yere geliyoruz. Geldiğimiz yere kahvaltılık olarak bazı sebze ve meyve çeşitleri konulmuş. Elma, armut, genetiğiyle oynanmış biberler vardı. Bununla birlikte bol salata ve havuç da bulunuyordu. İçeride plastik kahvaltı tabakları ve plastik kaşıklar ve çorap ve benzeri iç kıyafetleri dağıttılar. Bazılarına pijama takımı da ve havlu da dağıtmışlar. Bunları alamıyoruz. Lakin serbest sohbete hasret gitmişiz ve çok yorgun olmamıza rağmen sohbetten vazgeçemiyoruz.
Bölümde ikişer ve dörder kişilik hücreler var. Ve bir de sahn bölümü var ve burada yiyecekler gelişi güzel bırakılmış durumda. Ayrıca su da var. Sulardan alıyoruz. Bazı arkadaşlar Sabancı grubunun üretmiş olduğu Saka marka suyun da bulunduğunu haber veriyorlar. Askerlerin elinde de Hamidiye suları görmüştük. Üzerinde İbranice ve Türkçe ibareler vardı. Keza hapishanenin demirden mamul masa ve sandalyeleri de Türk şirketleri tarafından üretilmiş. Dolayısıyla yabancı bir ortamda bulunmuyorduk.
¥
Bazıları Saka suyu nedeniyle başka bir analojiye gitti ve Saban ile Sabancı adı arasında mukayeseler yaptı. Bilindiği gibi Saban İbranice bir isim lakin gerçekten de Saban ve Sabancı isimleri arasında Yalçın Küçük mezhebinde olduğu gibi mahrem bir bağ ve anlam olabilir mi? Yoksa bunlar zorlamadan mı ibaret?
Gözlerimizden uyku akıyor ve hücrelere nasıl gireceğimizi bilemiyoruz. Antalya’da imamlık yapan Ağrılı bir arkadaş aynı odada kalmamızı öneriyor. Lakin 5209 sayılı odada Konyalı Bayram abi bana iki kişilik odayı gösteriyor ben de odaya giriyorum ve Hind fakirlerinden daha az olan eşyamı yatağın üzerine bırakıyor ve çıkıyorum. Hücre kapılarının açık olduğunu zannediyorum. Biraz sonra bakıyorum dışarıda benden başka kimse kalmamış ve yatmak için odaya yöneliyorum. Bir de ne göreyim. Kapılar kapalı. Bayram abiden kapıyı açmasını istirham ediyorum cevabı olumsuz oluyor ve kapıların merkezi sistemle açılıp kapandığını söylüyor. Sevineyim mi, üzüleyim mi? Daha geniş bir mekanda ve fezadayım, belki bu yüzden sevinmem lazım. Lakin uyumak da istiyorum. Çok uykusuzum. Daha sonra nasıl olduysa otomatik kapının açıldığını gördüm ve içeriye süzüldüm. Uyku daha ağır basmıştı. Lakin Lahepli Mütran veya Piskopos Karluchi’nin dışarıda dolaştığını görüyordum, meğerse yanındaki oda arkadaşı çok horladığından dolayı uyumasına imkan vermiyormuş. O da dışarıda dualarını terennüm ediyordu. Bir ara üst kattan boğuk boğuk sesler geldi ve yukarıda bir hareketlenme oldu ve doktorlar koşuşturdu. Yanımızda Suriye asıllı doktorlar da vardı. Meğer yukarı kattaki mahpuslardan birisi hafif bir kriz geçiriyormuş. Sonra gözlerimin uykusuzluğuna fazla dayanamayarak kendimi uykuya teslim ediyorum. Uyku arasında bir ara bazı anonslar duyuyoruz. Bir defasında Bülent Yıldırım’ın burada olup olmadığını soruyorlardı. Bu anons meselesi içimize bir kurt düşürdü. Hapishane çok muhkem görünüyordu ve buradan kuş dahi uçamazdı. Gözlem kulesi tamamen boş görünüyordu. Sanki mekan ya metruk bir haldeydi ya da ilk misafirleri bizler olduk. Uyanıyor tekrar uykuya gömülüyorduk. Öğlen yemeği için saat 1 sularında yeniden dışarıya çıktık ve dışarıda yeniden neşemizi bulmuş ve adeta esaretten kurtulmuş gibiydik. Yemek yedik ve su içtik. Galiba menüde bulgur ve balık vardı. Servisi kendimiz yapıyorduk.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Özcan Arşivi