Başbakan Ağlarken
Başbakanın gözyaşlarına inanıyorum. Merhameti, Vicdanı, Şefkati ve İmanı olan her insan, başbakan gibi ağlar ve duygulanırdı. İnsan Merhamet, Vicdan ve Şefkatten ibarettir.
Dünyaya maddi gözlükle bakanlara göre elbet bu gözyaşları sahte olabilir. Ama hem maddi hem de manevi gözlükle bu âleme ve ahiret gününe inanmış ve iman etmiş, her ehli din, her ehli vicdan ve helal süt emmiş her insan evladı, o gözyaşlarına inanır.
Başbakanın gözyaşları içerisinde okuduğu mektuptan etkilenmemek mümkün değildi. Anne, baba, çocuk olabilmiş, bir yuvası, bir evi, bir akrabası veya bu ülkeye dair bir taşı olan ve “Ben bu toprakların insanı ve sahibiyim” diyebilen her kişi, mutlaka duygulanmış ve başbakan gibi gözyaşı dökmese de üzülmüştür.
Peki, o mektubun sahibini ipe götürenleri nereye koymamız lazım. Onlar da bu ülkenin insanı değiller miydi? Onların da bir aileleri yok muydu? Onlar da anne, baba, çocuk ve kardeş olmamışlar mıydı? Onların vicdanlarını, merhametlerini şefkatlerini kimler almıştı?
Soruların cevabı üzerinde durmak istemiyorum, yani vicdanım el vermiyor. Ama şu kadarını söyleyeyim; “Eğer başbakan ve onun gibi duygulanan insanların taşıdığı sıfatları taşımış olsalardı; nice Mustafaları, nice Ahmetleri, nice Mahmutları, nice Alileri, nice Hasanları, Hüseyinleri yağlı iplere çekmez veya kurşuna dizmezlerdi.
Darbenin, darbecilerin, cuntanın, cuntacıların veya benzeri yollara başvuranların kendilerinden başka tanrıları yoktur ve hiçbir değer yargısı taşımazlar. İnsani bütün duygularını kaybetmiş; sadece öldürmek, yok etmek ve sahip olmak ister ve bildikleri tek çıkar yol da; sorgusuz, sualsiz ve kanıtsız yok etmektir.
Türkiye yetmiş yıldır darbelerle, muhtıralarla, komplolarla yaşayan bir ülke. Allah aşkına hangisinde ülkenin selameti ve milletin mutlu geleceği vardı? İşte en son örneği Balyoz iddianamesi, insanın kanını donduruyor. Eğer gerçekleştirmiş olsalardı, bugün memleketin her tarafı canlı ve cansız cenazelerden geçilmiyor olacaktı.
Elhamdülillah ki, Allah fırsat vermedi, milletimizin yüzüne güle baktı. Başbakan Mustafa’nın annesine ve babasına yazdığı mektuba ağlarken, esasında bütün Türkiye için ağlıyordu. Dünyanın her yanındaki mazlumlar için ağlıyordu. Çünkü aldığı ve verdiği her nefesin bir yerinde mazlumlar, çaresizler ve kimsesizler hep oldu ve vardı.
Ancak ağlayabilenler, duygulanabilenler, anne, baba, kardeş ve aile mefhumunun ne olduğunu bilenler; kanın durmasını, gözyaşlarının dinmesini isteyebilir. Bunlardan bihaber yaşayanlar ise sadece zulümle abad olacaklarına inanırlar. Çünkü onların ekmekleri, aşları, yedikleri, içtikleri, yaptıkları zulümlerin neticesinde elde ettikleridir.
Başbakan ve arkadaşları, 12 Eylül’ü en canlı yaşayan ve en az zayiatla atlatan bir nesildir. En az zayiatla atlatmalarının sebebi; anarşiye ve teröre karşı oldukları, anarşinin ve terörün odağı haline gelmedikleri içindir. Memleketin selametinin, milletin huzurunun kavgada değil, barışta olduğuna inandıkları için oyunlara gelmemişlerdir.
Şimdi şöyle basit bir yol izleyelim. 12 Eylül’de en çok kim kimi öldürdü. Ülkücüler komünistleri, komünistler Ülkücüleri. Hangi partiler vardı sahnede ve suçsuz günahsız yere birbirini öldüren gençler, hangi partilere mensuptu? MHP ve CHP.
Sonra ne oldu? 12 Eylül’de birbirlerini öldüren ve düşman kesilen çevreler, şimdilerde pişmanlar mı? Oyuna geldiklerini söylüyorlar mı? 12 Eylül’ü yapanlar ve yaptıranlar, anarşiyi körüklediklerini itiraf ediyorlar mı? Evet, her kesimden herkes itiraf ediyor her şeyi.
Peki, son durum nedir? Kanın durması, terörün bitmesi, barış ve kardeşliğin tesisi için, ülkenin demokratikleşmeye olan ihtiyacına kimler karşı çıkıyor. MHP, CHP ve PKK değil mi? Referandumda aynı noktada buluşmaları değil mi? İşte başbakanın ağladığı belki de esas bu haldir. Allah zalimlere fırsat vermesin.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.