12 Eylül 1980 cezaevi hatıraları (3)
Umarım, siz okurlarımıza sunduğum hatıra yazılarımdan bıkmıyorsunuzdur. Böyle bir yazı serisine niçin ihtiyaç duyuldu derseniz, bunun cevabı şudur: 12 Eylül halk referandumuna karşı çıkanların sözlerini, konuşmalarını duydukça insanın çıldırası geliyor. Kemikleşmiş bir hayatı ellerinden çıkarmamak için aklına geleni söyleyenlere, yazı ve mesajlarımla karşı çıkmaya çalışıyorum. 1980 askerî darbenin arka bahçesinde bulunan sayısız haksızlıkları, devede kulak gibi sizlerle paylaşmak istiyor ve bir asra yakındır lâikliği, Cumhuriyeti, devleti kullanarak bugünlere gelmiş menfaatçi zihniyetten kurtulmak istiyoruz. Seri halinde yayınlanan mesajımızın gerekçesi budur.
SORGULAMA ODASINA DAVET EDİLİYORUM
Oraya, yani sorgulama odasına giden sanık, askerlerin karga tulumba battaniyesine sarılmış olduğu halde getirilir. Sorguya alınan bir zanlı, iki, üç hatta bazen bir hafta koğuşa gelmez. Bir de bakarsınız ki; askerler koltuğuna girmiş ve battaniyenin içine sarmış şeker veya un çuvalı gibi atarlar ranzasına. Bir gün, bir haber geldi. Rahmetli olduğunu sonradan öğrendiğim bir Albay: Hocaya söyleyin, akşamdan sonra ifadeye çağırılırsa, bağırarak, yüksek sesle konuşarak gitsin. Bir türlü mânâ veremediğim bu haberin arka bahçesini de öğrendim. İsterlerse tutukluyu askerî cezaevinin tel örgüsüne gözü kapalı olarak götürür ve kaçıyor gerekçesiyle iki kurşunla işini bitirirlermiş. Böyle bir şey olmadı ve gardiyan gelerek, “Abdullah Büyük, hazırlan, ifadeye gidiyorsun” dedi. Koğuştaki sağcısı-solcusu, ateisti, anarşisti kim varsa adeta helalleştik. Kalın giyinmiş olduğum halde koğuştan çıktım ve gözüm bağlandı. Allah şahit ki; yaptığım tek şey dua okumaktı. Okuduğum o duayı, 30 senedir her sohbetten önce hâlâ okurum. Dua şu idi ve muhterem bir büyüğümüz tavsiye etmişti: “Rabbeneftah beynena ve beyne kavmina bil hak ve ente hayrul fatihin.” Buna ilaveten tasavvufta silsile vardır. Yani Salih zâtların isminin anılmasıyla, rahmet-i ilahinin geleceği tavsiyesi. Silsileyi de okudum ve kendimi sorgulama odasında hissettim.
Ayaktayım. Gözüm bağlı. Sorgulama odasında asker ve sivil karışımı yetkililer var. Hiçbir ses yok. Bir anda yüksek sesli biri: Haydi konuş bakalım... Kapı camiinde bülbül gibi şakırdıyordun, Şimdi burada şakırdayacaksın, dedi ve kuvvetlice omzuma vurdu. “Müslüman yalan söylemez. Konuşacaklarım, diyeceklerim gizli kapaklı değil, Konya halkının binlercesinin şahit olduğu konuşmalardır” dedim. Tekrar “Ulan burası cami kürsüsü değildir” diyerek, üzerime hücum ettiğini fark ettim. “Getirin şu cereyan verilecek aleti” dediler ve oturttular sandalyeye. Bir başka kişi yanıma kadar geldi, ellerini omzuma koydu ve “Arkadaşlar, ben bu insana elimi kaldıramam. Bırakalım gitsin. Eğer bu devletin ortadan kaldırılması için çalışmışsa, Allah belasını versin. Ancak ben bu adama herhangi bir işkence yapmak istemiyorum” dedi ve tekrar “Haydi bakalım hocaefendi. Bizden kurtuldun. Senden ricamız, bu devlet hepimizin, onu kimsenin yıkmasına izin vermeyeceğiz” dedi ve beni aldılar, tekrar koğuşa geri getirdiler. “İnanamıyorum. Sanki rüya görüyorum” diyerek içeri girdim. Tüm koğuştaki arkadaşlar, adeta bayram ediyorlardı. Komünisti, ateisti, sağcısı-solcusu...
Düşünüyorum, hâlâ da düşünüyorum. Neyi? Devlet yıkmakla itham edildiğim konuyu. Bakıyorum, aynı zihniyet, aynı ithama sarılmış: Devleti bunlara teslim etmeyeceğiz... Yıkan kim, yıktıran kim, devlet nasıl yıkılır, ne ile yıkılır? Bunları hâlâ anlamış değilim. Anladığım tek şey, devleti ve kurumlarını teslim almış belli bir zihniyetin sahipleri, gününü gün etmek için, yaşamakta, zevk ve rahatlıklarının ellerinden kaçmaması için mücadele etmektedirler. İstisnalar kaideyi bozmaz.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI DA BOŞ DURMUYOR
Resmi vazife olarak Konya Müftü Yardımcılığı, fahri vaizlik ve imamlık yaptım. Vazife başında iken askerî darbe oldu ve bizi de tutukladılar. Günler geçiyor, gelenler, ziyaretçiler, avukatlar, birlikte olduğumuz farklı insanlar ve alıştığımız bir hayat seyri devam ediyor. Tutlukır Askerî Cezaevi’ndeyim. Bir gün, cezaevi başgardiyanı koğuşa gelerek, “Abdullah Büyük, mektubunuz var” dedi. Gittim ve zarfı aldım. Resmi bir özelliğe sahip olan zarfı açtım ve okudum: Nevşehir İlinin, Gülşehir İlçesinin falan köyüne tayininiz çıktı, diyordu yazıda. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bir yetkilinin ismi ve imzası vardı. Yazıyı okuduktan sonra, inanır mısınız üzülmedim, sadece acıdım. Kimlere, Diyanet yetkililerine acıdım ve bugün otuz sene geçmiş, şu acı gerçeği tekrarlıyorum ki, Sayın Ali Bardakoğlu hariç, Diyanet İşleri Başkanlarının hiçbiri, Müslüman kamuoyundan destek bulamamıştır. Şu acı gerçeği bir daha itiraf ediyorum ki; o dönemin yetkili kişileri ile hesaplaşacağız ahrette ve büyük mahkemede.
Diyanet’ten gelen sürgün yazısının üzerinden bir ay geçmemişti ki, bir yazı daha geldi: Müstafi sayılıyordum. Yani Diyanet, işime son veriyordu. Beni cezaevinde ilk tebrik edenler, Said Nursi hazretlerinin şakirtleri oldu. Müsaadenizle şu mesajımı 12 Eylül 1980 Diyanet İşleri’nin o günkü mantığına diyorum ki; nasıl şu andaki Başbakan için Hürriyet gazetesi, muhtar dahi olamayacak, haberini büyük puntolarla vermişti. Şimdi ülkeyi Cumhuriyet döneminde en güzel idare eden bir Başbakan olarak tarihe geçti ise, Gülşehir ilçesinin 16 hanelik köyüne sürgüne göndermek isteyip, daha sonra teşkilatınızdan attığınız A. Büyük, ülkenin sadece Hakkâri beldesine gidemedi. Hamdolsun Rabbime, sizler bizi, cami kürsülerinden uzak tuttunuz, Allah (c.c.), 81 vilayetin salonlarını nasip etti. Yetmedi Avrupa’nın beş ülkesini dolaştı, yetmedi bugün Afrika’nın onlarca ülkesi için halkına hizmette istihdam edildi. Kürsüler, mihraplar sizin olsun, ateistlerin, tinercilerin, misyonerlerin, inkârcıların bulunduğu yerlere gitmek ve bir insanın hidayetine sebep olmak, ömür boyu hazır cami cemaatine konuşmaktan hayırlıdır.
Bizler, yani 12 Eylül 1980 askerî darbesi mağdurları, izzet ve şerefimizden ödün vermemeye çalıştık. Bugün 2010 yılının 12 Eylül halk referandumunun az da olsa önemini, halk ve ülke için az da olsa faydasını idrak edemeyenler elbette ‘hayır’ safında yer alacaktır. Ne var ki ‘Evet’ demenin bir bedeli olduğu gibi, ‘Hayır’ demenin de bir bedeli olacaktır. Çünkü Rabbimiz, sevap ve günahın limitini zerreden başlatmıştır. Yani havada uçuşan toz taneleri büyüklüğünde olan hayır ve şerden, Rabbimize hesap vereceğiz... Allah’a emanet olunuz. Cezaevi müdürü aniden beni makamına çağırdı.. Bakalım ne diyecek. Haftayı bekleyelim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.