Okul öncesi eğitimin önemini acilen kavramalıyız
“Nerede, nasıl eğitelim, hangi okulda neyi belletelim” deyip karar veremeden aylar yıllar uçup gidiyor; biz göz açıp kapayana kadar çocuklar büyüyor, kendi bildikleri doğrultuda bir ahlâk ve şahsiyet kazanıyor. Çoğu kez ya onlar bizi, ya biz onları anlayamıyoruz. Hemen her uyarı, eleştiri gibi algılanıyor ve her eleştiri çatışma getiriyor.
Örgün öğrenim okulları, sanki örgün öğütme okulları; sanki isyan ettirme merkezleri, sanki kötü alışkanlıkları belleme kursları. Orta öğrenim gençlerinin % 80’i sigara, % 10’u madde, % 95’i internet bağımlısı. Kıyafetleri, bakış ve tavırları Alemdar Polat’ları sollamış. Kitap, namaz, mescid, şiir, sanat deyince; cinleri tepelerine sıçrıyor. Hele babalar ve oğullar; hemen hiç anlaşamayan tescilli kavgalı.
Sorun ne, hata nerede, problem kimde?
Soran olmamıştır henüz ama size biri sorsa; “Çocuğunuza veya torununuza sigara ve içki yasağını ne zaman koymalısınız veya koydunuzsa nasıl koydunuz?” diye; acaba doğru cevabı verebilir misiniz?..
Gençlerin önemli kısmı fönlü ve flörtlü; ama evlenmemeye yeminli. Genç evlilere veya adaylarına, hatta biz velilere; okul öncesi eğitimin gerekliliğini veya aciliyetini sorsalar; kaçı bunu acil veya elzem görür? Kaçı müstakbel yavrusunu veya torununu nasıl yetiştireceğinin eğitimini almıştır? Muhtemelen hiçbiri.
Psikolog Prof. Dr. Osman Sezgin’e yakınlarda sordum:
“Okul öncesi eğitimine nereden başlayalım?” diye. Ne cevap verdi dersiniz?..
“Önce kendinizden, sonra evlenmeye niyetlenen gençlerden başlamalısınız..”
Çocuk gelişimi ve eğitimi uzmanları da yaklaşık şeyleri, “Bebek doğduğu ilk günden” diyor.
Düşündüm, kendimi yokladım. Sahi biz veliler insanın inşası ile ilgili bir eğitim aldık mı?
Her bir bina inşaatı için önce birkaç mimar ve tecrübeli mühendis bulunmakta, zemin etüdleri, plan ve projeler yapılmakta, statik hesaplarından sonra uygun temel atılmakta, gerektiğinde fore kazıklar ve kolonlar çakılmakta; ki bina çökmesin ve de kaymasın..
Oysa yetiştirilmesi, büyütülmesi, hele de eğitim ve öğrenimi; nice inşaatlardan zor ve detaylı olan insanın inşası için veliler, hatta okullar; ne bir psikoloğa, ne de bir pedagoga danışıyorlar. Sorunca da sözüm ona hepsi donanımlı öğrenciler, hayırlı evlat yetiştiriyorlar. Acaba doğru mu? Bir de sokağa bakalım; trafiğe bir göz atalım; gözümüz kesiyorsa tabii..
Sürücülerin üçte biri ajite veya psikopatik. Kırmızı ışığa yaklaştıkça, hele de yeşil ışık yanınca, öndeki sürücü bir iki saniye geciksin; görün birtakım sürücülerin korna ve el kol hareketleri ile nasıl ajitasyon yaptıklarını, en azından söylenip diş gıcırdattıklarını. Hatta “..niye beni sağlayıp geçtin lan?” deyip geçeni yetişip dövenleri.
Netice belli: Trafik kazalarında halen dünya birincisiyiz.
Bakın bir gazete manşetlerine ve TV ekranlarına; Facebook muhabbetleri yüzünden eşlerini boşayanlar, annelerini doğrayan kızlar, kapkaççılar, uluorta kasa soyanlar, koca koca Anayasa ve HSYK üyelerinin envai çeşit tripleri ve ERGENEKON’cuların hezeyanları; karakollarda canlı yayında yapılan asker katliamları, komutanların duyarsızlığı; pardon Fatih Camii’ne bomba atma planları.
Beri yandan ekranlardaki, parklardaki müstehcenlikler en azından sululuklar, yatak odası manzaraları ve skandalları.
Bunları ve nicelerini, siyasi lider yapmış olsa bile; aşk(!) ile savunanları. Bu mu aşk?..
Bunca haberi, bunca sapkınlığı izlerken ve nedenini düşünürken bile afakanlar basıyor.
İki sene önce bir ilkokulda örnek derse girdim. Yumurcaklar cıvıl cıvıl. Medeni cesaretleri maksimumda. Dersin yol haritasına katkısı olur diye sordum kendilerine:
- Çocuklar! En çok neden hoşlanıyorsunuz?!. Verdikleri cevab:
- Dövüşmek!
- Daha sonra?
- Kızları kovalamayı?
- Daha sonra?
- Football oynamayı..
Bu cevaplar karşısında benim yol haritası birden labirente dönüştü.
Dersten sonra bir iki çocuğa ve torunuma sordum; “.. bu kız kovalama meselesi nedir” diye.. Cevaplar mânâsız. Torunum şöyle cevap verdi:
- Herhalde arkadaşların kız kardeşleri biraz yaramaz; ondan olsa gerek, dedi.
Dedi ama ben tatmin olmadım.
Bilmediğimiz şeyler olmalı. Nitekim çocuk gelişiminde, pedagojide bizim zamanımızda işitmediğimiz öyle gelişmeler olmuş ki; biz akademisyenler dahi yeni yeni öğreniyoruz. İşe önce kendimizden; sonra anne-baba adaylarından başlamalı idi. Sosyal, zihinsel, ruhsal, duygusal zekâ vs. nedir, nasıl elde edilir, nasıl verilir, nerede işe yarar veya ne zaman teşekkül; bir an önce öğrenmeli idi...
Halen; insanın karakteri, edebi, terbiyesi, dili, hitabeti, sanatı, merhameti, vicdanının sesi, ilkesi, sanatı, el ve dil becerisi, dini, diyaneti, imanı ne zaman teşekkül eder diye sorulsa; çok zor cevap veririz, bocalarız. Böyle böyle sorular, hele yeni doğmuş bir bebek için sorulsa:
“Bu da nereden çıktı; bu daha bebek?! Hele bir 8-10 yaşına gelsin; o zaman düşünürüz” diyenlerimiz olur. 3 çocuk, 1 torun yetiştirdik; gerçi kitaplara da baktık ama, o zamanlar tatminkâr kaynaklar ve uzmanlar yoktu.
Birileri “Çocuğunuzu, ahlâk veya kişilik olarak kiminle özdeşleştirmeniz uygun olur?.. Veya illâ da birileri ile özdeşleştirmeniz doğru olur mu?” diye sorulsa; yine kontrpiyede kalırız. İlk çocuğum 1972’de doğdu ve 4 yaşına basınca, dağıttığı hiçbir şeyi, ne kadar bağırsak da asla toplamadığını; bu ve benzer hususlarda öğüt dinlemediğini görünce Çocuk Psikiyatri Hocamız Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun o yıllarda yazdığı kitabına da baktık; çocuğumuzu, ne zaman, nasıl eğitmeye başlayalım diye... Orada diyordu ki hoca:
“Çocuklar dağıtmayı sever; toplamayı değil. Bu konuda zorlamayın.” Dahası da var:
“Sakın ola çocuklarınızı aile büyüklerine; hele hele Peygamber gibi, Atatürk gibi büyük addettiğiniz şahsiyetlere özendirmeye kalkmayın. Her çocuk; kendisi olmalı; kişiliğine, şahsiyetine müdahale edilmemeli.”
Oysa Jan Jack Rousso; “Emil” isimli kitabında belirttiğine göre; Fransa krallarından Lui’lerden biri, telkin üzerine, ne olacağını görmek üzere bir çocuğuna hiçbir konuda eğitim ve nasihat vermeyip kendi haline bırakmış. Çocuk canı istediğinde dersi, nasihati, mürebbisini orta yerde koyup bildiği gibi yiyip içip yan yatmış. Sonunda o çocuktan ne çıkmış olabilir? Kocaman bir aptal.
O yıllarda bir de anaokulları ile ilgili bir yazı okumuştum. Anaokullarını yerden yere çalıyordu. Kendi başımıza tam olarak bilemediğimiz için yine de çocuğumuzu bir anaokuluna verdik. Ne ki çocuk, gün boyu kapı arkasında annesini bekledi; diğer çocukların arasına karışmadı.. Çocukta olumlu bir davranış göremedik. Aslında problem bir çocuk da değildi. Daha iyi olsun istiyorduk. Olmadı, okuldan aldık; kendimiz eğitmeye karar verdik. Sonra öğrendik ki o okulda ne çocuk psikoloğu, ne de çocuk gelişimi uzmanı, ne âdâb-ı muaşeret, ne de din psikolojisi hocası varmış. Sadece kâr amaçlı bir okul imiş; o kadar.
Şimdi; ilk baştaki sigara ile ilgili soruya bir bakalım. Fatih Üniversitesi’nde bir Ukraynalı bayan profesör, okul öncesi eğitim ile ilgili basın toplantısında; bizim çok bilmiş gazetecilere der ki: Türkiye’de pek çok yetenek, daha çocuk yaşta kaybediliyor. Okul öncesi eğitimin önemini anlamış, çok az kişi var. Bununla ilgili şöyle bir soru sorsam:
Sigara ve benzeri maddelerin insan sağlığına zararlı olduğunu 5 yaş grubuna anlatsak; sizce anlarlar mı?
Gazetecilerin çoğu şöyle cevap verir:
- Anlamazlar.
- Hayır, anlar; fakat çoğu büyüdüğünde sigara içer; der.
Gazeteciler: Eh, biz de onu demek istemiştik zaten, derler.
- Peki; 3 yaşındaki çocuğa anlatsak?!
- Hiç hiç anlamazlar; diye cevap verirler.
Hoca bunun üzerine, “Çok iyi anlarlar ve büyüdüklerinde de hemen hiç biri sigara içmez.
Herkes şaşırır.
Sözüm ona bir kısmımız eğitimciyiz; en azından çoğumuz ev bark ve torun sahibi olmuşuz. Ama yine de aile içi sorunlarımız, en çok da çocuklarımızın pek çok sorunu var ve çözmekten aciziz. Artık evliliklerin % 25’i boşanma ile bitiyor. Lâfa gelince, çocuklarımızın başarıları ile övünüyoruz, çünkü kaliteli(!) üniversitelerde okutuyoruz; iyi eğitilsinler diye büyük büyük paralar veriyoruz. İyi okusunlar, iyi adam olsunlar diye kuş sütünü dahi bulup buluşturuyoruz. Ne gerekiyorsa alıp yedirip içiriyoruz; gözleri dışarıda kalmasın, en azından sağlıklı olsunlar diye.
Gerçekten iyi yetişiyorlar mı? Yoksa biraz hedonist mi oluyorlar. Çocuklarımız gerçekten sağlıklı büyüyor mu? Ama bakın bilim adamları ne diyor:
“Tarihte ilk kez çocuklar anne ve babalarından önce ölecekler! Çünkü aşırı beslenmeye bağlı obezite oranı gençlerde dahi % 20’lerde; orta erişkinlerde % 40’larda. Obezite ve onun sebebi olan aşırı tüketim; bir hastalık. Müsebbibi de veliler ve bolluk.”
Bir delikanlı hastama sordum:
- Yavrum neden kilo veremiyorsun. Bak, yoksa bu hastalığın geçmeyecek gibi gözüküyor. Ne yiyorsun? Ekmek mi, et mi?..
Ne cevap verse beğenirsiniz?
- Çikolata.
- Nasıl yani?
- Şöyle yani: Kantindeki veya marketteki çikolataları gördüğümde, birden acıkıyorum. Yeni yemek yemiş olsam bile mideme kramp giriyor ve kantinin önünde çakılıp kalıyorum. Tek çare; hemen çikolata yemek.
- Peki yee.. Bir iki çikolatadan ne olur ki?
- Bir iki değil doktor amca, kutusu ile yemezsem açlığım geçmiyor.
Buyur, buradan yak... Annesi ile birlikte bakakaldık.
Bir yakınımın 10 yaşındaki çocuğunun tansiyonu 90 mmHg olması gerekirken, 120 mmHg. Ünlü bir pediyatriste götürdüler. Kötü kolesterolü 300mg/dl’ye çıkmış; damarları sertleşmeye ve sağ kalp kapakçıkları kanı geri kaçırmaya başlamış. Çünkü çocuk obezite hastalığına yakalanmış. Derhal ağır bir diyet başlatmış. Çocuğu iyi tanıyorum; yaşına göre gayet olgun ve çok sevimli. Bunun ödülü olarak da bol çikolata ve Burger King ikramları ve laptoplu bir hayat. Sonunda, asosyal, obez gençler.
Kaliforniya Sendromu’nu işiteniniz oldu mu?.. Onu bir başka yazımda ele alırım ve o güne değin o sendrom gençlerimize musallat olmaz inş’Allah...
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde okul öncesi eğitim vardı. Adı Sıbyan Mektepleri idi. Dört yaşında çocuklar, merasimle hocaya verilir, merasimle mezun edilir; hediyeler, ödüller verilirdi. Cumhuriyet’le birlikte sıbyan mektepleri kalktı. Nihayet Milli Eğitim Bakanlığı Okul Öncesi Eğitimi, tedricen ele aldı ve iyi etti. Ancak şefkat nasıl temin edecek; bilemiyorum. ‘Şefkat’; işin özü. Para ile satılmaz; gönül ve aşk gerekir. Annelik duyguları gerektirir. En azından süt anne şefkati.
Peygamber Efendimiz döneminde süt anne, ya da beliğ dil öğrenmesi için çocuklar çok küçük yaşlarda badiyeye gönderilirdi. Demek o zamanlar dahi işin önemini bilenler vardı. Şimdilerde “Şefkat Anaokulu”.. İmam Azam Ebu Hanife’ler 4 yaşında iken yarı hafız olabiliyordu. İsteyince, şimdilerde de oluyor ve TV ekranlarında 8 yaşındaki hafızlar, talk show’cular, şiir, şarkı ve ilâhi okuyan minikler alkış topluyorlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.