Mustafa Özcan

Mustafa Özcan

Türkler hilafeti gasp mı etti?

Türkler hilafeti gasp mı etti?

Esasında Abbasi daileri Horasan’da baş gösterdiğinde sloganları Ehl-i Beyt sloganı olmuştur: ‘Er rıza min Al-i Muhammed’. Ehl-i Beyt adına yapılan kalkışma daha sonra Abbasiler adına çevrilmiş ve devam etmiştir. Hatta bu bağlamda bilahare Mehdi’nin Abbasilerden çıkacağına dair rivayetler de uydurulmuştur. Sonrasında ‘devrim çocuklarını yiyor’ hesabı baş devrimci veya dai diyebileceğimiz Eba Müslim Horasani ateşi çalar gibi devrimi gerçekleştirdikten ve Emeviler’i devirdikten sonra başını yeni yönetimin sahiplerine vermiştir. Devrimi kurgulayanlara göre, misyonu bu noktada sona ermiştir. Artık kendisine ihtiyaç kalmamıştır. Aletlerini de kırmışlardır. Tarihte bu tür olaylar ibret alanlar için çoktur. Çerkez Ethem’in durumu da bir nebze bunu andırır. Eba Müslim Horasani, Abbasiler tarafından kalleşliğe maruz kalmıştır. Zira devrimin arkasındaki algı başka veya görünen başka, gerçek ise daha başkadır. Devrim gerçekleştiğinde algı gitmiş, gerçeği gelmiştir. Gerçeğe uymayanlar da tasfiye edilmiştir. Bundan dolayı devrimin algısında kalanlar Abbasiler’i, hilafeti gasp etmekle suçlamışlardır. Ehl-i Beyt yerine devrimi Abbasiler’e mal etmekle suçlamışlardır. Bu da tartışmalı bir konudur. Abbasiler’i hilafeti Ehl-i Beyt’ten gasp etmekle suçlayanlar Osmanlı’nın son döneminde başka bir nakaratı gündeme sürmüşlerdir. Türkler hilafeti Araplardan çaldılar ve gasp ettiler. Tam da Kasım Emin’in Tahrir el Mer’e (Özgür Kadın) ve El Mer’e Cedide (Yeni Kadın)’yi yazdığı yıllarda Abdurrahman Kevakibi de, 1900 yılında yazdığı Ümmü’l Kura kitabında yeni hilafeti müjdelemiştir. Bu hilafet Arap hilafetidir. Onun edebi açıdan müjdelediğini İngilizler siyasi açıdan müjdelemişlerdi. Mr. Blunt, Magmohon ve benzerleri Araplara bir Arap hilafeti müjdeliyorlardı! Bunun edebi altyapısını yapmak da Halepli Abdurrahman Kevakibi gibi zevata düşmüştü. Evet, Halep’ten aynı dönemlerde Ebu’l Hüda Sayyadi gibi İkinci Abdulhamid Han’ın sadık bendeleri çıktığı gibi Kevakibi gibi İngiliz rüzgarının etkisinde kalanlar da çıkmıştır.

Abdurrahman Kevakibi’nin temel tezi şuydu: Hilafette Kureyşlilik sıfatı aranmaktadır. Osmanlılar da Kayı boyu Türklerinden olduğundan hilafet şartına haiz bulunmuyorlardı ve bundan dolayı hilafeti gasp etmişlerdi. Yerli yersiz o dönemlerde bu iddianın dillendirilmesi dolayısıyla İkinci Abdulhamid Han konuyla ilgili kitaplara sansür uyguluyordu. Kevakibi esasında Osmanlılara haksız bir yere yükleniyor ve haksız yere itham ediyordu. Zira, bilindiği gibi ‘imamlar Kureyştendir’ hadisine rağmen müteehhir ulema umumi belva sonucu mütegallibenin de hilafetini meşru görmüştür. Bunda bir nevi tefrit alanı bulunsa da başka seçenek de yoktur. Aksi halde, bazı Hariciler gibi tamamen hilafete ve dünyevi otoriteye yabancılaşmak gerekiyordu. İkinci hatası ise, İbni Haldun gibilerini okumamış veya nazarı itibara almamış olmasıdır. İbni Haldun, Kureyşlilik şartını sıfat olarak görür. Yani her devirde Kureyş’in evsafını üzerinde toplayan sıfat olarak Kureyşliliği temsil etmiş olur ve dolayısıyla hilafete istihkak kesp etmiş sayılır. Binnetice, Kureyşlilik, sosyolojik bir niteliktir. Buna göre, Asr-ı saadette Kureyş’in özelliklerini kendinde barındıran ve cem eden hangi kabile veya hangi millet olursa olsun zamanın Kureyşi olur. Bu Mevlana Celaleddin Rumi’nin ‘Zamanın Ahmedi benim’ demesine benzer. Bu anlamda, Kayı boyu da aslında sıfat olarak döneminin Kureyşi idi. Zira Müslümanları etrafında kenetlemeyi başarabilmiştir. Kureyşli olma sıfatı da sosyolojik olarak budur.

Binaenaleyh, Kureyşlilik isim değil sıfattır ve dönüşümlüdür. İbni Haldun’un bu husustaki yorumlarını ve tahlillerini esas alan Fehmi Şinnavi hilafette aranan Kureyşlilik şartının bir vazife ve sıfat olduğunu ve kabileden kabileye ve milletten millete intikal ettiğini belirtmektedir. Kureyşlilik nüfuz gücü ve asabiyet demektir. İbni Haldun’un sosyolojik izahından maada mutezile mezhebi de ‘İmamlar Kureyştendir’ hadisinin bir şart içermediğini ileri sürerler. Onlara göre, hadis-i şerif bir emri ve vucubu ifade etmekten maada gelecekten haber vermektedir. Dolayısıyla emir ifade eden inşai bir ifade ve cümle olmayıp bilakis gelecekten haber veren ve herhangi bir emre istinat etmeyen ihbari bir ifadedir. 1916’da Kureyşlilik iddiasıyla başkaldıran Şerif Hüseyin ve oğulları aksine İngilizlerin emrine girmişlerdir ve oyuncağı olmuşlardır. Ve hadislerin diliyle fitnenin aleti ve dumanı haline gelmişlerdir. Zaten söz konusu hadiste peygamberimizin bizzat Fatıma’ya söylediği gibi peygamber ocağından olma güzel hasletlerle bezenmektir. Kanına varis olmaktan ziyade huyuna varis olmaktır. Peygamberimiz Hazreti Fatıma’ya ‘Herkesin ameliyle geldiğinde sen bana yakınlığıyla gelme’ buyururken buna işaret etmiş olmalıdır. Bu ‘kızım sana söylüyorum gelinim (sonrakiler) sen dinle’ tarzı bir ifadedir. Dahası Şerif Hüseyin’e işaret eden hadiste de tasavvufta söylendiği gibi ‘sulbümden gelen değil siretimden giden bendendir’ denmektedir. Bu itibarla, Abdurrahman Kevakibi’nin sözleri sakıttır, sadece İngilizlerin ekmeğine yağ sürmüştür.
El Fıkh es Siyasi kitabının yazarı Fehmi Şinnavi’ye göre, İslam tarihinin iki büyük fitnesinden birisi Hazreti Osman’ın katli ve şehit edilmesi, ikincisi de Osmanlı hilafetinin kaldırılmasıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Özcan Arşivi