Üç hastalık
Müslümanlar sosyal hastalıklardan muzdarip oldukları gibi aynı zamanda inanç eksenli ya da Arapların 'akadi' diye tabir ettikleri hastalıkların da pençesine yakalanmışlardır. Bu hastalıkları üç kategoride teşhis edebiliriz: Tekfircilik ki, İslam'da bu hastalığı ilk taşıyan ve yayan zümre Hariciler olmuştur. Günümüzde ise Kaide'ye atfedilen tarzla devam etmektedir. İkinci hastalık ise taifiyye (dini topluluklar nezdindeki çekişme) hastalığıdır ve bunun birçok tezahürleri vardır. Üçüncüsü de, şuubiyye hastalığıdır ki, bunun ifade ettiği anlam ırki asabiyettir. Yani insanların ırklara ve kavimlere ayrılmasını teknik bir mesele yerine ideolojik bir mesele haline getiren hastalıklı zihniyettir. Bunu en iyi ifade eden Nazilerin 'Deutschland uber alles-Almanya en üstündür' ifadesidir. Bu Almanları en yüksek yapma sevdasıdır. Bu ancak Hitler'in yapmaya çalıştığı şekilde diğer milletlerin ezilmesiyle yapılabilir. Bir de bunun karşılığı parya statüsünde en alttakiler vardır. Bir Alman yazar da En Alttakiler kitabıyla Almanya'daki Türkleri konu etmiştir. Metin Boşnak adlı yazar da bu sloganı Türkiye'nin yaşadığı yeni şuubiye dalgası için uyarlamış: Kürdistan über alles! Bu iddiaya veya tespite elbette itiraz hakkı var. Lakin son uyanan şuubiye akımı Kürtçülük olmuştur. Bu, şuubi Kürtler için, ' son İttihatçılar' yakıştırmasının da üretilmesi de yersiz değildir. Çünkü bu aklı kapatan, karartan ve örten bir dalgadır. Bir nevi çılgınlıktır. İttihatçılık ruhunun en son olarak genç Kürtler arasında yuvalandığı birçok kişinin ortak tespitidir. Bugün Irak bu hastalıkların labaratuvarı mesabesindedir. Osmanlı sonrası Irak'taki Arap eksenli şuubi yapılanma karşıtını da doğurmuştur. Bugün Irak infiratçı bir Kürt şuubiliğini yaşamaktadır. Araplar arasında şuubilik yani ırkçılık akımı Emevilerle birlikte başlamış ve daha sonra onlardan İranlılara aksetmiştir. Emeviler, Mevali yani Arap olmayan Müslümanları hafife alırken İran şuubuliği de Arapları hedefine oturtmuştur. Onlara hiçbir meziyet tanımamıştır. İmparatorluklarla karşılaşan Hazreti Ömer Arap meselesine ve özellikle dil olarak pek önem vermiştir. Zira Araplar İslam'dan sonra ilk defa dünya sahnesine çıkmaktadırlar. Ve karşılarında iki imparatorluk vardır. Arapça ile birlikte Araplar İslamiyetin ilk vurucu gücü/asabiyesi olması hasebiyle Hazreti Ömer Araplığa önem vermiştir. Lakin Emevilerin yaptığı tamamen farklıdır. Onlar nasıl cizye vergileri azaltıyor diye ihtida hareketlerinin önünü almak istedilerse; aynı şekilde Araplığa da İslam'ın verdiği anlamdan farklı bir anlam yüklemişlerdir. Bu ırkçılığa yakın bir anlamdır.
Wow Oteli'nde yapılan Dokuzuncu Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu'nda Muhsin Abdulhamid Bey ile ayaküstü de olsa görüştük ve bazı meseleler hakkında müdavele-i efkarda bulunduk. Kerkük doğumlu olan Muhsin Abdulhamid, Kürt olmakla birlikte az çok Türkçe bilen bir akademisyen ve İslam alimi. İhvan ile Risale-i Nur perspektifi arasında köprü kurabilecek şahsiyetlerden birisidir. Irak'taki hastalıklara temas ettik ve özellikle de tekfircilik üzerinde durduk. Bu işin aciliyetini gördüğünden dolayı tekfircilik akımıyla alakalı olarak bir eser kaleme almış. Bu eser aslında bir anlamda Kaide'nin tezlerini çürüten bir cevap niteliğinde. Kitabının adı: Kadiyyetü't Tekfir İnde Ehli's ünneti Ve'L Cemaa (Mektebetü'l Furkan/Amman). Tekfir meselesi Haricilerden beri devam ede gelen bir hastalık ve bu hastalığın son taşıyıcısı da Kaide olarak biliniyor. Çağdaş ulemadan tekfir konusuyla ilgilenen ve meseleyi şer'i açıdan tedavi eden isimlerden bir diğeri de yine Iraklı ulemadan Numan Abdurrezzak Samarrai'dir. Lakin onun tekfirle ilgili eseri yıllar önce Kaide meselesi daha ortaya çıkmadan önce kaleme alınmıştır. Güncellenmesi gerekir. Keza bu hususla ilgili yazarlardan birisi de Mısır İhvan'ından Behnesavi'dir. Keza küçük bir risaleyle de olsa Karadavi de bu meseleye katkıda bulunmuştur. Dolayısıyla günümüzde Haricilerin fikri mirasını ve hamulesini taşıyan cereyanlar var. Bunlara karşı uyanık ve tetikte olmak gerekir. Gazali kendi döneminde nasıl Faysalatü't tefrika eserini yazmışsa günümüzde de bu tarz eserlere ihtiyaç var. Zira hastalık yeniden nüksetmiştir. Bu fırkalar aklı tatil ettiklerinden dolayı uyanık güçler tarafından kullanılabilmektedir. Bu anlamda sempozyum günlerinde görüştüğümüz Muhsin Abdulhamid'le birlikte yine İslami kesimin medar-ı iftiharı tarihçi ve tarih felsefecisi İmadüddin Halil de Kaide gibi unsurları hem ABD hem de İran'ın kullandığına temas etmiştir. Tarık Haşimi de aynısını Ukaz gazetesine ifade etmiştir.
Üçüncü hastalık ise taifiyye hastalığı ve belasıdır ve bu dini topluluklar arasında taassuptan kaynaklanan zıtlaşma ve kavga ve fitne anlamına gelmektedir. Her ülkede farklı tezahürleri vardır. Lakin İslam dünyası çapında ana eksen mesele Şiilik ve Sünnilik çekişmesi olarak tebarüz etmektedir. Yerel tezahürler bağlamında Mısır gibi ülkelere de Kıpti-Müslüman kavgası olarak yansımaktadır. Türkiye'de ise genel olarak Alevilik ve Sünnilik olarak görülebilir. Özellikle Irak bağlamında alacak olursak, örgütlü Şiilik işgal sonrası kuvvetli bir damar yakalamış ve İran devriminden sonra Irak'ın da düşmesiyle birlikte meselenin çapı büyümüştür. Kimilerine göre mesele ve kavga siyasidir ve Amerikancı Arapların marifetidir. Meselenin siyasi boyutu olsa ve inkar edilemezse de mesele temelde dini boyutludur. Uzun süre kül altında kalan kor siyasi rüzgarların da etkisiyle birlikte yeniden alevlenmiş ve yüzeye çıkmıştır. Yoksa hiçbir devirde kaybolmuş değildir. Meseleyi hafife alanlar da çapını büyütenler de taifiyye taraftarlarıdır. Veya ifrat ve tefrit ehlidir. Bu hususta belki de kimilerini yadırgatacak olsa da Musul Üniversitesi profesörlerinden İmadüddin Halil, Irak'ta iki işgal olduğunu ve bunlardan birisinin ABD ve diğerinin İran kaynaklı olduğunu ve bu iki işgal çeşidinin tarihin tanıdığı en insafsız işgal çeşitlerini temsil ettiğini ileri sürmüştür. Evet, İslam dünyası bu üç dahili hastalıkla boğuşuyor, umarız ve dileriz muafiyet kesbeder.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.