Aynı avluya açılan kapılar
Her devrin bir ruhu vardır. Almanların "zeitgeist", yani "zamanın ruhu" dediği o devrin insanî iklimi. Toprağa, havaya ve suya yansıyan insanî bir öz. Toplum eski alışkanlıkları bırakıp yeni düşünme ve sorun çözme yöntemleri benimsiyor.
Tarihin aktığı mecra durup bambaşka bir yöne kıvrılıyor. Toplum eskisinden farklı bir döneme adım atıyor.
Türkiye'de zamanın ruhu değişiyor. Bazılarının anlaması zaman alacak, ama yepyeni bir dönemin içinde yaşamaya başladık. Zamanın bu yeni ruhunu belki de Antakya üzerinden kavramamız gerekiyor.
Hafta sonu Faruk Mercan ve Nagehan Alçı ile birlikte Antakya'da idik. "Aynı avluya açılan kapılar" Antakya'nın mimarisine yansıyan bir mecaz. Herkes kendi evinde, yani özel hayatında istediği gibi yaşıyor. İstediğine inanıyor, güzel olanı kendince seviyor. Sonra bu farklı olanların kapıları ortak bir avluya açılıyor. Bu sefer müşterekler hayat buluyor. Sevinçler paylaşılıyor ve paylaştıkça çoğalıyor. Acılar paylaşılıyor ve paylaştıkça azalıyor. Toplum farklı olana derin bir saygı göstererek denge, barış ve huzur içinde yaşıyor.
Antakya'nın mutfağına yansıyan başdöndürücü zenginlik, bu kültürün eseri olmalı. Türkiye Asya'yı Avrupa'ya bağlayan bir köprü. Antakya ise koca kıtayı Ortadoğu'ya bağlayan daracık bir geçiş yolu. Köprüler hep farklılıklara tanıklık ediyor. Herkes o köprüden geçmek zorunda. Peki daracık bir köprüde, amansız kavgaların galibi olur mu?
"Ya devlet başa, ya kuzgun leşe" diyen, yani hepsini kaybetmeyi göze alarak tamamını ele geçirmek için davranan bir siyasî kültürün içinden geliyoruz. Bu siyaset etme tarzı çok sert ve kırıcı. Kaybedenler belki tamamını kaybediyor ama kazananlar hiçbir zaman hepsini ele geçiremiyor. Bu düstur sadece "küçük olsun, benim olsun" diyenlere hayat hakkı tanıyor. Bizler yani toplum ise hep kazanan birkaç kişinin dışında birlikte hep kaybediyoruz. Doğrusu ise paylaşmayı öğrenmek. Kapılarınızdan çıkıp aynı avluda birlikte yaşamaya başladığınız zaman hayat Antakya mutfağı gibi tadına doyulmaz bir hal alıyor.
Türkiye, silahın, gücün, entrikanın, ayak oyunlarının, korkuların, tehditlerin egemen olduğu bir dönemi geride bırakıyor. Aklın, sağduyunun, karşılıklı güvenin, huzur içinde bir arada yaşamanın, farklı olana saygı ve hoşgörünün hakim olacağı bir dönemi yaşamaya hazırlanıyor. Bu süreçte sertliği sürdürmeye kalkanlar kendi kendilerini yiyip tüketecekler. Uzlaşmaya ve birlikte huzur içinde var olmaya açık olanlar buldukları çözümler kadar çoğalacaklar.
Antakya zengin toplumsal coğrafyası ile, geride bıraktığımız en sert kışlarda bile zorbalığa ve düşmanlığa teslim olmamış bir şehir. Bir yerde bir provokasyon olduğu zaman, önce zarar görenler çevrelerine sükunet telkin etmiş. Öfkeye teslim olmadan önce işin aslı birlikte araştırılmış. Bir yara bulup kaşımaya kalkanlar bu yüzden netice alamamış. Kendi kapılarını kapayıp avluyu savaş alanına çevirmemişler.
Bizim bütün kapıların açıldığı avlulara, yani ortak zeminlere ihtiyacımız var. Hayat bu avlunun içinde yaşanıyor. Kapıların arkasında bekleyen kocaman korkuları, güvensizlikleri ancak bu ortak zeminlerde, diyalogla un ufak edip yok edebilir; birbirimizin gözünde yakaladığımız ışıkla ortalığı aydınlatabiliriz.
Zamanın ruhu değişiyor. Bir zamandan başka zamana geçiyoruz. Her geçiş sancılı olur. Eskinin alışkanlıklarından kurtulmak, yeniye intibak etmek zordur. Yumruk halinde sıkılmış ellerin açılması ve dostça uzanması gerekiyor. Geride kalanlardan medet umanlar habire "bak sövüyor", "bak vuruyor" diyecekler. Öyleyse "sövene dilsiz, vurana elsiz" olmanın zamanı.
Silahın gölgesi toplumun üzerinden kalkınca şiddet, öfke, nefret geride kalıyor. Yerinden öfkeyle kalkanların, bağırıp çağıranların ve düşmanlardan bahsedenlerin dili artık size çok itici gelmiyor mu? Bugüne kadar kapımızın küçücük deliğinden dışarıda olup bitenleri anlamaya çalıştık. Avluda herkese meşrebince yer var. İhtiyacımız olan işte bu zenginlik. Artık o kapıdan çıkıp avluya adım atmanın ve yeni alışkanlıklarla yepyeni bir dönemi yaşamaya başlamanın zamanı.