Demokrasiden yana taraf olmasınlar mı?

Demokrasiden yana taraf olmasınlar mı?

Ortaklık anlaşması için ilk girişimde bulunduğumuz 1959 yılından başlatırsak neredeyse elli yıldır üye olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği'nin iki önemli ismi dün Ankara'ya geldi. Komisyon Başkanı düzeyinde ikinci ziyaret gerçekleşiyor. Dolayısıyla ziyaret, ilişkilerin geldiği noktayı gözden geçirmek ve geleceğe dönük yeni bir vizyon çizmek için iyi bir vesile. Ama gelin görün ki Barroso ve genişlemeden sorumlu komiser Rehn gelmeden yıldırıldılar.

14 Mart sonrası yaptıkları açıklamalarla Barrosso ve Rehn'in 'taraf' haline geldiğini söylüyor birileri. AK Parti'nin kapatılmasının demokrasi içinde kabul edilemez bir girişim olduğunu, kapatma kararının çıkması durumunda müzakerelerin askıya alınabileceğini, Türkiye-AB ilişkilerinin darbe yiyeceğini söylemek 'taraf' olmak demek... Kendileri demokrasiden taraf olamayanlar, taraf olanlardan da rahatsız.

Ne yapsın Avrupa Birliği, kapatma davasına tepkisini göstermesin mi? Meclisi kapatılmak istenilen bir ülke ile tam üyelik müzakerelerine devam edeceklerini mi açıklasınlar? Nasıl olabilir bu? AB demokrasiden yana tabii ki 'taraf'. Bunu bilmeyenler veya AB çevrelerinden gelen açıklamalara şaşıranlar AB'nin ne olduğuna ilişkin hiçbir fikre sahip değil demektir. Tam üyelik müzakerelerine başlamanın ön şartı olan Kopenhag siyasi kriterleri ne diyor? 'Demokrasi, hukuk devleti, insan hakları ve azınlıkların korunmasını güvence altına alan kurumların istikrarı'... AB sürecinde gelmiş geçmiş en reformist adımları atan bir partinin 'kapatılabildiği', hatta kapatılmasının düşünülebildiği bir ülkede yukarıda zikredilen değerleri güvence altına alacak 'kurumların istikrarı'ndan söz edilebilir mi?

Peki, girmeye çalıştığımız AB nedir? Birlik antlaşmasına göre 'Avrupa Birliği özgürlük, demokrasi, insan haklarına saygı ve hukuk devleti ilkeleri üzerine kurulmuştur'. Artık AB, ekonomik ve hatta siyasal birlik olmanın ötesinde bir 'değerler birliği'dir. Ancak bu ilkelere sahip olan bir Avrupa ülkesinin tam üye olabileceği de 'anayasal' bir kural.

Yani, tam üyelik için müzakereler yürüttüğümüz böyle bir birliğe demokrasiyi yok ederek, insan haklarını ayaklar altına alarak ve hukuk devletini zedeleyerek giremezsiniz. Birileri çıkıp da bunu söylediğinde bir kuralı hatırlatmış olur, 'içişlerinize karışmış' olmaz.

Dahası da var; AB ile yürütülen müzakerelerin 'çerçeve belgesi' son derece açık: 'demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin ısrarlı ve ciddi biçimde ihlal edilmesi durumunda müzakereler askıya alınır'.

Bırakınız müzakereleri, Türkiye bugün AB üyesi bir ülke olsaydı bile aynı tepkiler gelecekti. Komisyonun, Avrupa Parlamentosu'nun veya üye ülkelerin üçte birinin önerisiyle AB'ye tam üye olan bir ülkenin üyelik hakları bile eğer AB'nin kurucu ilkelerinin ısrarlı ve ciddi ihlallere uğraması durumunda askıya alınabilir. Yani bu şartlar üyelik sürecinin şartları değil, üye kalabilmenin de şartı.

AB karşıtları bunu biliyorlar; demokrasinin önünü kesmenin, hukuk devletinden devrim hukukuna dönüşün, insan haklarını imtiyazlıların haklarına indirgemenin kestirme yolunun AB sürecini durdurmak olduğunu çok iyi biliyorlar...

Son gelişmeler gösterdi ki AB açısından Türkiye vazgeçilemez bir ülke. Türkiye'nin demokratik istikrarı küresel dengeler için bile hayatî. Demokratik istikrarın devamı da AB vizyonunun muhafazasına bağlı. Hem Türkiye hem de AB tarafının bu vizyonu karartması Türkiye'nin farklı bölgesel ve küresel maceralara savrulmasına kapı aralıyor.

Bu kriz belki de bir fırsat; hem AK Parti hükümeti hem de AB tarafı birbirlerinin vazgeçilmezliğini biraz daha kavradılar. Kararlı bir AB seferberliği 2013 hedefini hayal olmaktan çıkarabilir. AB, ya içe kapanan ve dışa sorun ihraç eden bir Türkiye'ye razı olacak veya entegrasyon vizyonunu netleştirerek ve sürecini hızlandırarak demokratik ve istikrarlı bir Türkiye'nin kurulmasına katkıda bulunacak.


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi