Güçlü para güçlü ekonomi anlamına gelmez
Merkez Bankası Başkanı dün Kahramanmaraş'ta işadamlarıyla buluştu. Başkan'ın anlattıkları ve sorulan sorulara verdiği cevaplar doğrusu kafasının çok karışık olduğunu gösteriyor.
Başkan'ın aklının biraz karışmış olması da şaşırtıcı değil aslında. Çünkü Türkiye ekonomisinin kalkınma planlarında sıralanan hedefler onun kafasında yer almıyor. Böyle olunca da ekonomiyle ilgili sistematik düşünce ortadan kalkıyor. Dünyanın en sorunlu ülkelerini, Türkiye'ye iyi bir örnekmiş gibi gösterebiliyor.
Mesela parası yıllar içinde sürekli değerlenen Japonya'yı Türkiye'ye model olarak gösterip, ihracatçıların "aşırı değerli Türk parası ne olacak?" sorularını geçiştirmeye çalışıyor. Oysa Japonya, parası sürekli değerlendiği için yıllardır sorun yaşayan ve devlet borçları milli gelirinin iki katını aşmış olan, ihracat yapmakta zorlanan ve bir türlü büyüyemeyen bir ekonomi. Zaten bu nedenle de Japonya, parasına rekabet gücü sağlamak ve ihracatını arttırmak için parasının değerini düşürmeye çabalıyor. Piyasalara, yen'in değerini düşürmek için müdahale ediyor. Ve Çin'i de, Japon devlet borçlanma kâğıtlarını almaması için resmi olarak uyarıyor.
Merkez'in kafa karışıklığını gösteren bir diğer işaret de döviz kurlarının nasıl belirlendiği konusunda ortaya çıkıyor.
Merkez Bankası Başkanı, dünkü konuşmasında, döviz kurlarını, ülkenin cazibesi ve istikrarının belirlediğini ileri sürdü. Bu görüş piyasalarda belirlenen nominal döviz kurunu işaret eder. Oysa iktisat teorisinde ülkelerin ihracatını ve ithalatını etkileyen reel döviz kurları dış ticarete konu olan malların ve olmayan malların marjinal emek verimliliğinin oranına göre belirlenir. Türkiye'de bir işçi bir saatte bir kalem üretirken, Amerikan işçisi aynı sürede iki kalem üretiyorsa, bir doların iki lira olması gerekir. Aksi takdirde, bir süre sonra Almanya ile aynı güçlü para birimini kullanan ama emek verimliliğini hiç dikkate almayan Yunanistan, İspanya, Portekiz ya da İrlanda gibi zor duruma düşülür. Yoksa bu ülkelerde, AB'nin üyesi olmaları nedeniyle istikrar ve güven vardı. AB nedeniyle bu ülkeler cazip ülkelerdi. Ama bu cazibe ve istikrar, onları krizden korumadı. Çünkü kâğıt üzerindeki kredibilite bir işe yaramadı. Dolayısıyla, Merkez, emek verimliliğini dikkate alarak reel kura yakın bir nominal kur politikasını bir an önce izlemeye başlamalıdır.
Gelelim Merkez'in, "Biz, dalgalı kur rejimi uyguluyoruz" iddiasına... Merkez Bankası Başkanı, kurların, 2001'den beri uygulanan dalgalı kur rejimi nedeniyle dalgalandığını söylüyor. Oysa durum tam tersi. Merkez, dalgalı kur rejimini, aksine, sabit kur rejimine dönüştürdü.
Kurlar ne zaman yukarıya doğru hareket etse, Merkez, hemen faizleri hızla yükselterek sıcak para girişini cazip hale getirdi.
Merkez Bankası Başkanı artık şu sorunun cevabını vermek zorunda:
"Madem bu ülkede dalgalı kur rejimi var. Niye 2006'nın bahar aylarında politika faizlerini dört puan yükseltip, Türkiye ekonomisinin bütün dengelerini bozdunuz?"
IMF eski Başkan Yardımcısı Anne Krueger bile, bu faiz artırımının yanlış olduğunu ve Türkiye ekonomisinin dengelerini bozduğunu itiraf etti. Zaten Türkiye ekonomisinin kaynak dağılımı o tarihten sonra bozuldu. Türkiye dış ticarete yönelik mal üreteceğine, dış ticareti yapılmayan mal ve hizmet üreten alanlara yatırım yapmaya başladı. Bunun sonucunda cari açık hızla yükseldi. İyi ki 2008'de Amerikan mali krizinin dış şokları geldi de, cari açık azaldı. Aksi takdirde Merkez Bankası, Türkiye'yi krize sokacaktı.
Anlayacağınız, bağımsız Merkez Bankamız, ekonomide başarıları kendi hanesine yazarken, bütün olumsuzlukları Hükümet'e yüklüyor. Oysa hükümet, disiplinli bir maliye politikası izlemeseydi Türkiye ekonomisi başarılı bir performans gösteremezdi. Başbakan, 'davul benim boynumda, tokmak onların elinde' diye boşuna demiyor. Bu ülkede ekonomi, Merkez Bankası'na rağmen izlenen disiplinli maliye politikası sayesinde başarılı oldu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.