Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Bu gidişle, bize bu filmi daha çoook seyrettirirler!

Bu gidişle, bize bu filmi daha çoook seyrettirirler!

"Bildim bileli, halk; sezgi ve idrak gücüyle ufukta gördüğü felâket işareti olaylar için ‘bu filmi çok gördük’ diye sızlanır" demiş Hasan Aksay ağabey, dünkü yazısında... Hemen ardından da eklemiş: "çünkü bunlar, millete karşı derin ve çirkin düzenlerdir. İstemediğimiz filmleri niçin dönüp dönüp tekrarlıyoruz? Kurtulmak istiyoruz da, kurtulamıyor muyuz? Tiryakisi mi olduk? Zorumuz ne? Zorlayan mı var? Kim zorluyor? Millet nefret ediyor. Millet egemenliğini temsil edenler, milletten de dertliler. Peki ne oluyor? Bu tekrarlar, bir ibret, bir ders, bir tedbir doğurmuyor mu? Tedbir yeteneğimiz mi yok? Hep aynı çukura düşecek, aynı hatayı yapacak kadar bön müyüz?"
"Siyasetin duayenlerinden" olmasının yanı sıra, "entelektüel" birikim sahibi bir "aydın" olan Hasan Aksay ağabeyin, yazısına başlık olarak seçtiği; "Bu filmi daha önce gördük de ne yaptık?" sorusu, son derece anlamlı!..
Evet, "Biz bu filmi daha önce de gördük" de, "ne" yaptık?..
"Tedbir" mi aldık?..
Yoksa, "bir daha olmaz" deyip, üzerinde mi durmadık?..
TEMEL İLE İDRİS, SİNEMADA!
"Ne yaptığımızı" anlamak/anlatabilmek için, "Temel ile İdris'in hikâyesi"ne göz atmakta yarar var!..
Efendim, Temel ile İdris, "sinema"ya gitmişler...
Birlikte film izliyorlar...
"Filmin en heyecanlı sahnesi"ne gelinmiş...
Adamın biri, atın üzerinde "uçuruma doğru" gidiyor!..
Tam bu esnada Temel, İdris'e dönüp demiş ki;
"Bence; adam da, at da uçurumdan aşağı düşecek!"
İdris, aksini iddia etmiş;
"Bence, düşmeyecekler!"
İddiaya tutuşmuşlar!..
Sonuçta; atlı, uçurumdan aşağı yuvarlanmış!..
Tabiî, Temel kazanmış iddiayı!.
Ama, içine de sinmemiş olacak ki, İdris'e dönüp, "itiraf" etmiş gerçeği;
"İdris, ben hile yaptım!.. Bu filmi daha önce seyretmiştim!"
İdris, ne cevap verse beğenirsiniz;
"Ha uşağum; ben de seyretmiştim, ama adamın aynı hatayı tekrar edeceğini hiç düşünemedim!"
İşte, bütün mesele burada!..
Biz, hep İdris gibi baktık meselelere!.. Zannettik ki, "adamlar, aynı hatayı tekrarlamazlar" ve dolayısıyla ülkeyi "uçurum"a sürüklemezler!..
Ama, görüyorsunuz işte;
"Uslanmamışlar!.. Akıllanmamışlar!"
Hâlâ aynı film!..
Hâlâ aynı tezgâh!..
Ama, hâlâ "aynı final!"
VİZYONDA HEP AYNI FİLM
Bu film, 27 Mayıs 1960'ta vizyona sokuldu... Demokrat Parti kapatıldı, rahmetli Adnan Menderes ve iki bakan "idam" edildiler!..
Sonra, 12 Mart 1971'de, filmin bir başka versiyonu çevrildi... "Milletin oyu" ile iktidar olan bir parti, "dipçik zoruyla" alaşağı edildi!
Ardından, 12 Eylül 1980 darbesi... 11 Eylül'e kadar, hemen her gün "20-30 kişinin öldüğü olaylar" 12 Eylül günü bıçakla kesilir gibi kesildi... Sonradan, "Büyük ve ünlü Türk ressamı"(!) olacak olan Kenan Evren ve arkadaşları, yönetime el koydular!.. Tabiî, bu arada "millî iradenin tecelligâhı" olan Meclis lâğvedildi, partiler kapatıldı, liderleri tutuklanıp hapse atıldı!..
Tam; "Artık akıllandılar, uslandılar!.. Bir daha darbe yapmazlar, ülkeyi de uçuruma sürüklemezler" diye düşünüyorduk ki, tarihler 28 Şubat 1997'yi gösterdiğinde, bu defa da "Postmodern Darbe" ile tanıştı Türkiye!..
"Darbe" ile birlikte, Türkiye'nin kaybı "60-70 milyar dolar" oldu!..
Bu arada, "çağdaş Türkiye"(!)nin insanları, "postmodern" darbecilerin "modern"(!) ve "nezih"(!) küfürleri ile de tanıştılar:
"O bakanı, yağlı kazığa oturturum!"
"Değil Başbakan, ne p...venk olursan ol!"
"O gazetecilerin makatına süngü takar, cephe cephe dolaştırırım!"
Aradan "10 yıl" geçmişti... "Her 10 yılda bir darbe yapılan Türkiye"de, yeni bir darbe olmadan olmazdı!.
Nitekim, 27 Nisan 2007'de, bu defa da "e-muhtıra" ile tanıştı Türkiye!..
Eee, "e-devlet" dediğine de, "e-muhtıra" yani "e-darbe" yakışırdı hani!..
Millet, "eee, sıktınız artık!" demeye başlayınca, bu muhtıranın etkisi pek o kadar da büyük olmadı.
Ancak, yeni yeni öğreniyoruz ki;
"Zinde güçler" veya "iyi sıhhatte olsunlar" olarak adlandırılan "üst düzey"lerden ikisi, o günlerde Anayasa Mahkemesi'ne gidip, üyelere demiş ki;
"Kararı, CHP'nin talebi paralelinde verin!.. Eğer 367 şartının gerekliliği yönünde karar almazsanız, Deniz Baykal'ın da dediği gibi, ülkede çatışma çıkar!.. Ne yapın edin; Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığını engelleyin!.. Aksi halde rejim riske girer, yönetime el koyarız!"
Sonuç malûm!..
Anayasa Mahkemesi; Baykal'dan gelen "çatışma çıkar" uyarılarına ve "iki üst düzey"den gelen "rejim riski" tehditlerine kulak verdi ve "Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesini" engelledi!..
Eee, sonra ne oldu?..
Sonra, 22 Temmuz'da seçime gidildi ve millet; AK Parti'yi, bu defa "daha güçlü" olarak yeniden iktidara getirdi... Bunun tabiî bir sonucu olarak, Abdullah Gül de Cumhurbaşkanı seçildi!..
Artık "Uslanmışlardır... Akıllanmışlardır!.. Millet iradesinin önünde boyun eğerler!.. Aynı hatayı tekrar etmezler" diye düşünüyorduk ki; "darbe"lerin eksik olmadığı Türkiye, bu defa da "Yargı Darbesi" ile tanıştı!..
14 Mart 2008 tarihinde, "Türkiye'de iki kişiden birinin oy verdiği" AK Parti hakkında "kapatma dâvâsı" açıldı!..
İşin ilginç tarafı;
AK Parti aleyhinde, daha önce "367 kararı" veren Anayasa Mahkemesi de, bu dâvâyı kabul etti.
SENİN SöZüNü NİYE TAKAN YOK?
Şimdi, "keyfi gıcır" olanlar diyor ki;
"Bağımsız ve tarafsız yargıya güvenin!"
İyi de, nasıl güvenelim?..
Daha önce, "AK Parti aleyhinde" karar veren, bu mahkeme değil mi?..
"Mızrağın çuvala sığmadığını" gören kaymak tabaka, bu defa "yeni bir söylem" geliştirmeye başladı;
"Soyunmaktan giyinmeye fırsat bulamayan ve sürekli cinselliğini teşhir eden bir manken ile dağdaki çobanın oyu bir olur mu?..
Bu nasıl demokrasidir?.. Amerika'da ikamet eden Fethullah Hoca, taa Amerika'dan bir işaret çakıyor, milyonlarca kişi AK Parti'ye oy veriyor!"
İyi de, babam;
Sen de "Hoca" değil misin, sen de "Profesör" değil misin; madem öyle, bir işaret de sen ver, millet o partiye oy versin!..
Ama, “seni takan yok” değil mi?..
Bir yerlerini yırtsan veya gırtlağını patlatsan da, bu millet sizi "takmıyor" değil mi?..
Zaten siz de, bu yüzden "bu milleti sevmiyorsunuz" değil mi?..
Size göre, bu millet, "yok edilmesi gereken bir düşman" değil mi?..
İyi, hoş da;
"Siz kimsiniz, kim oluyorsunuz beyim?!?"
Milletin vermediği iktidarı, "postal zoruyla" veya "yargı darbesi"yle almaya utanmıyor musunuz?..
Hâlâ bıkmadınız mı, "entrika"lardan?..
Hâlâ usanmadınız mı, "Organize İşler"den?..
Ve hâlâ vazgeçmediniz mi;
"ülkeyi uçuruma sürüklemek"ten!?!..
SAHİP OLDUKLARINIZA, SAHİP çIKIN!
"Onlara" bunları söylüyorum da, "millet"e de bir çift sözüm var!..
Hani, yazının başında, "bu filmi görmüştük de, ne yaptık?" diye sormuştum ya, şimdi daha net soralım:
"Sahi oyun, tuzak, tezgâhlara karşı ne yaptık?"
Ben söyleyeyim;
"Hiçbir şey yapmadık!"
Evet, yapmadık... Daha doğrusu, "nasırımıza basıldığında" bir şeyler yaptık da, biraz "rahat"a erince, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın” deyip, çekildik kenara!...
Daha açık söyleyeyim:
Bir “çocuk sahibi” olmanın sorumluluğu, “doğurup, sokağa salmak”la biter mi?..
Ya da, bir “hayvan”ı otlağa bırakıp, “saldım çayıra, Mevlâm kayıra” diyerek başı boş bırakabilir misiniz?..
Herhangi bir şeye “sahip” olmak, aynı zamanda ona “bakmayı ve korumayı” gerektirmez mi?..
Peki, sorarım size;
“Sahip olduklarımıza, ne derece sahip çıkıyoruz?”
Meselâ, “parti”mize “oy” vermekle bitiyor mu görevimiz?.. Partiye desteğimiz “sürekli” olmalı değil mi?..
çünkü, “sahip olmak” yetmez, aynı zamanda “sürekli sahip çıkmak” da gerekir!..
Sadece “parti”ye değil, her şeye... “Adam”larımıza, “kuruluş”larımıza, “gazete”lerimize, “televizyon”larımıza, “STK’lar”ımıza!..
Evet, sürekli!.. “Bir” defa değil, “sürekli” sahip çıkmalıyız her şeyimize!..
Yoksa, bize bu filmi daha çook seyrettirirler!..
------
Manşetler neyi örtüyor?
Malûm, saçları örtmek için “başörtüsü” kullanılır... Peki “gerçeklerin üstünü örtmek” için ne kullanılır?.. Elbette, “manşet”ler!..
Efendim; rektörlüğünü üAK Başkanı Mustafa Akaydın’ın yaptığı Akdeniz üniversitesi’ndeki olayları biliyorsunuz... Bir tek “başörtülü” öğrencinin giremediği yurt ve kampus alanına, her nasıl olmuşsa olmuş, “eli silahlı adamlar” ve “eli satırlı öğrenciler” girmiş ve malûm olaylara yol açmışlardı!..
İşte bu “dehşetengiz” olayların sebebi neymiş biliyor musunuz?.. Bir gazetemiz, “fitili kız meselesi ateşledi” demiş!.. Güya; “sözlü” bir kız öğrenciyi, karşıt görüşlü genç “taciz” etmiş de, olaylar bu yüzden patlak vermiş!..
Hayır, “oha oldum yani” filan demeyin!..
Bu manşet, “irice bir gazete”mizde, “irice hurufat”larla yazıldı!..
Sizin anlayacağınız, ne “PKK provokasyonu” var işin içinde, ne “sol” örgütlerin, üniversiteyi “Kurtarılmış Bölge” yapma çabaları!..
Sadece, “kız” meselesi!..
Ne ilginç değil mi?.. “Saçını örten” kızların “kamusal alan”lara giremediği Türkiye’de; “gerçekleri örten” gazeteler aynı kamusal alanlarda cirit atıyor!..
Hem de, “laikçilerin tetikçisi” olarak!..


Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi