Ağaların partisi
Kılıçdaroğlu’nun “Cumhuriyet Bayramı’nı halkın içinde kutlayacağım” demesini unutamıyorum...
Çünkü beni umutlandırmıştı. CHP’nin nihayet zengin, elit, seçkinci, entel, tuzu kuru zümrenin partisi olmaktan kurtulup, halkı keşfetmeye başladığını düşünmüştüm...
Bir de baktım, beyefendi Bağdat Caddesi elitleriyle kol kola girmiş, el sallıyor.
“Onlar da halk değil mi?” diyeceksiniz.
Onlar halkın kaymak tabakası: Çocukluğumun “Ağalar”ı...
“Ağalar Saltanatı” döneminden kalmışlar gibi...
Osmanlı Tarihinin, mazlum Sultan Genç Osman’la (Yeniçeri ve Sipahi Generalleri tarafından katledildi) Sultan Dördüncü Murad’ın egemenlik kurduğu güne kadar geçen dönem “Ağalar Saltanatı” dönemi olarak anılır. Çünkü o dönemde hâkimiyet, ihtilâl ile yönetimi ellerine geçiren “Ağa”ların, yani yeniçeri ve Sipahi Generallerinindir.
Benim çocukluğumda “saltanat” yoktu elbette, sadece saltanat süren “Halkçı önderler” vardı: Tüm hayata hâkimdiler. Her şey onlardan sorulurdu.
Ve herkes onlara “Ağa” derdi...
Yalnız “ağa” olsalar neyse, aynı zamanda onlar “paşa” idi, onlar “bey”di, onlar her şeydi...
Belediye Reisi onlardan, Şube Reisi onlardan, Kaymakam onlardan, Kumandan onlardandı... İsterlerse "ipten adam alırlar", istediklerini ipe gönderirlerdi!
Herkesin onları sayması mecburiydi, ama sevmesi mecburi değildi—henüz gönüllere hükmedemiyorlardı.
Bütün ilçe otelleriyle, dükkânlarıyla, arsalarıyla, kahvehaneleriyle, biraz biraz da insanlarıyla onların tapusuz malıydı.
Ağaların her türlü çağrısına uymak gayr-i resmi olarak mecburi idi. Çağrıya uymayanın başına her türlü belâ gelirdi. Askerliğinizi yeni yapmış olsanız da, defterinizi dürerler, tekrardan askere gönderirlerdi. Ölümüne çalışıp zar-zor denkleştirerek ödediğiniz vergi borcunuzu tekrar ödemeniz için jandarma destekli tahsildarı kapınıza gönderirlerdi. “Hazine arazisi” iddiasıyla atadan kalma toprağınıza el koyarlardı. En azından bir bahane uydurup karakola çektirir, karakaçan sudan gelene kadar dövdürürlerdi.
Kısacası, benim çocukluğumun Halkçıları (yani CHP ileri gelenleri) bir elleri yağda, bir elleri balda yaşarken, halk alabildiğine garibandı, neredeyse bir dilim ekmeğe muhtaçtık.
Çocuklar, beslenme yetersizliğinden dolayı şiş karınlıydı. Çöp bacaklarımıza ağır gelen şiş karınlarımızla yalpalayarak yürürdük. Anadan yarı üryan halde oynar, altı delik çarıklarımızla kar üzerinde yürüyüp izimizi belli ederdik. Çarıkların altındaki delik karın üzerine aynen çıkardı. Onlara bakıp mahalle çocuklarının ne yöne gittiğini bulurduk. Bu da bizim oyunumuzdu işte, oyuncağımız filan yoktu ki zaten, başka ne oynayabilirdik...
Bu halimize eminim analarımızın, babalarımızın yürekleri yarılıyordu, ama onlar da çaresizdiler, fazla bir şey yapamıyorlardı.
Annelerimizin evlerdeki ilkel tezgâhlarda dokudukları kumaşı denize indirip beyazlayana kadar yıkardık. Sonra annelerimiz diker, biz giyerdik. Köylü takım elbiseyi ancak rüyasında görürdü.
Yaşlılardan dinlediğime göre, koca köyde tek bir takım elbise varmış, o da köy camiinin oturma odasında asılıymış. İlçeye, daha doğrusu “huçumete-hükümete” işi düşen onu giyer, huzura öyle çıkarmış.
CHP eski CHP. Hâlâ “ağa”larla “paşa”larla kol kola yürüyor...
Daha doğrusu yürüyemiyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.