Bayramınız mübarek olsun
Eskilerimiz (şimdi de yapıldığı gibi) bayram hazırlıklarına bayramdan onbeş gün önceden başlarlardı.
Çocuklara ve yoksullara verilecek bahşişler ayrı renklerde kadife keselere konur, Kapalıçarşı’dan alış verişler yapılır, gerekiyorsa çocuklara ayak ölçülerine göre potin (ayakkabı) siparişi verilir, evde yeni esvaplar dikilir, yakın akrabalar için işlemeli mendiller, yemeniler ve iç çamaşırları bohçalanırdı.
Bayramlarda zengin sofraları günün her saati misafire açık olur, isteyen destursuz içeri girip karnını doyururdu.
Yani bayram günleri, İslâmın “kardeşlik” esasının hayatı tamamıyla kuşattığı günlerdi.
Her bayram sabahı, sabah ezanı vaktinde mahalle bekçisi mani söyleyerek mahalleyi uyandırırdı: “Bu sabahın ayazına/ Kalkın Hakkın niyâzına/ Abdest alın ey komşular/ Gidin bayram namazına.”
Eski bayramları yaşatamayız. Ama eski bayram keyfini yaşayabilmek için hâlâ vaktimiz var: Çünkü hâlâ hayattayız.
Unutmayalım: Şartlar ne olursa olsun, her bayram bir muştudur, taze bir umuttur...
Dünyanın pek çok yerinde savaş, pek çok yerinde zulüm, pek çok yerinde baskı, pek çok yerinde açlık, afet ve felaket (özellikle Pakistan’da) var...
Ama bayramlarımızı kutlamak için her şeyin düzelmesini bekleyemeyiz. Beklersek kıyamete kadar bayramsız beklememiz gerekir. Çünkü dünya “mutlak adalet”in ve “mutlak saadet”in hâkim olacağı bir yer değil. Dünya adaletsizliklerin, haksızlıkların kol gezdiği bir yerdir. Bu da aslında “imtihan sırrı”nın bir parçasıdır. Adaletsizliklerin içinde adaleti, haksızlıkların ortasında hakkı, yanlışların arasında doğruyu, yoklukların merkezinde varlığı yaşamaya da hakkımız var...
Önemli olan, elimizdeki güzelliği, varlığı paylaşmaya çalışmaktır. Bilin ki, ne kadar paylaşırsak, o kadar “insan” oluruz. Ne kadar “insan” olursak, hayatımız o kadar bayrama dönüşür.
“Dini bayramlar mı, millî bayramlar mı?..” tartışmasına hiç girmeden belirtmeliyim ki, bendeniz, hangi türden olursa olsun, bayramların kültürel yansımalarını pek severim. Ayrıca, bayramların “buluşma”, “bölüşme” ve “kaynaşma” yönlerine de bayılırım.
Özellikle Kurban Bayramı, unutulmaya yüz tutmuş “infak” (yardım) ile, sofra kültürünü yeniden ihya etmek için de büyük nimettir...
Biliyorsunuz, Amerikan taklitçiliğinin en sağlıksız boyutunu teşkil eden ayaküstü karın doyurma mekânları arttıkça, sofra kültürümüz azaldı. Nihayet hamburger ve kola ile karın doyurduğu için karın nahiyesi çıkan insanlara dönüştük.
Hem yanlış beslenme alışkanlığı sebebiyle şişmanlarken, hem de şişmanlıktan kurtulmaya çalışırken, birilerini zengin ediyoruz (envai çeşit zayıflatma sektörünü hatırlayın)...
Bu durum, sohbetle yemeği buluşturan eski “sofra”mızı yeniden keşfetmemizi gerektiriyor.
Kurban bayramı, sofraya dönüşün başlangıç adımı olabilir. Çünkü hepimiz evdeyiz. Bayram sabahında birlikte bayram namazına gider, ailede özlenen beraberliği böylece sağlamış oluruz...
Dönüşte mezarlıklara uğrar, geçmişimizle buluşuruz. Sonra aile içi bayramlaşma yapar, aile bağlarımızı güçlendiririz.
Bayramlaşma bitince hep birlikte (hayatın hızlı ritmi sebebiyle, birlikte o kadar az şey yapıyoruz ki) kahvaltı sofrasına oturur, sohbet eşliğinde kahvaltımızı ederken, hem aheste yemenin tadına varır, hem de “sohbet” dünyamızı yeniden keşfederiz...
Sonra kurban kesme seremonisi başlar. Geleneklerimizde bu bir gerçek seremonidir. Kurban sahipleri önce ikişer rekât namaz kılarlar. Ardından kurbanın etrafında toplanır, onu besleyip sularlar. Nihayet kurbanın gözleri bağlanır. Eziyet edilmeden, okşana okşana kıbleye karşı yatırılır. Ve işinin ehli bir kasap, kurban sahiplerinin vekâletlerini alarak keskin bir bıçakla kurbanı keser (hiçbirimiz Allah’dan daha müşfik ve merhametli olamayız, her emrinde mutlaka bir hikmet saklıdır)...
Bayramlarımızı ve umutlarımızı asla yitirmeyelim, sevgili dostlarım...
Kurban bayramınız mübarek olsun.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.