Ya darbe, ya tam demokrasi
Artık ikisinin arasında bir yer yok. Kilitlendik, tercihimizi yapmak zorundayız.
Ya harbiden yapacaklar darbelerini ve katlanacaklar sonuçlarına; yani bölecekler ülkeyi, batıracaklar ekonomiyi, alacaklar milletin elinden ekmeğini, işini, tercihini, bırakmayacaklar savaşmadık ülke; ya da adam gibi razı olacaklar 'tam demokrasi'ye... Dibini boylayacağız denizin bir darbeyle belki, ama boğulmadan önce çıkacağız ışığa ve nefes alacağız 'tam demokrasi'yle...
Utanıyoruz... Kişi başı ulusal geliri onbin dolara yaklaşan, ihracatı yüz milyar doları aşan, AB ile tam üyelik müzakereleri yürüten, 1950'den beri çokpartili seçim yapılan, dünyanın 17. en büyük ekonomisi olan bir ülkede hâlâ darbe sözü edilmesinden utanıyoruz. Dünyada 'darbe' sözcüğünün bu kadar rahat kullanıldığı başka bir ülke olduğunu sanmıyorum. Konuştukça da 'olağanlaşıyor' darbe düşüncesi, 'normalleşiyor' darbe beklentisi. Darbe sözü edildikçe 'demokrasi'nin içi boşalıyor. Bu koşullarda darbenin olmaması olmasından daha kötü. Halkın oyunun, tercihinin, demokrasinin evrensel kurallarının ayaklar altına alındığı mevcut duruma bari 'demokrasi' demeyelim. Yaşadığımız sürecin adını koyalım ve de böylece sorumlularını 'ifşa' edelim. Siyasetçiler de darbecilerin 'tampon'u olmaktan çıksın. Darbeciler ile halk baş başa kalsın; halk darbeyi ve darbecisini görsün, katilini tanısın. Faturayı keserken de adresi bilsin. Açık ve net; bu ülkede 14 Mart'ta bir darbe süreci başlatıldı. Ve bugünlerde de sessiz sedasız devam ediyor bu süreç. İnsanlar bu durumu kabullenmeye ve içselleştirmeye başladı. 'Vesayet demokrasi'si dediğimiz işte böyle kuruluyor, toplumsallaştırılıyor...
Yetmez mi artık? Darbe tehdidiyle demokrasinin içini boşaltmalarına izin vermektense ve demokrasiyi kirletmelerini seyretmektense, 'hayır, bu yaptıklarınızın demokraside yeri yok; tam demokrasiye kadar bizden paydos' demenin zamanıdır. Bürokrasinin vesayet ve denetimi altındaki bir 'demokrasi'nin aslında demokrasi olmadığıyla yüzleşmedikçe ilelebet kuramayız tam demokrasiyi. Böylece, darbe tehditleriyle 367'ler kabul görmeye, siyasi partiler kapatılmaya, anayasa değişiklikleri milli iradeye rağmen geri çevrilmeye devam eder. Dedikleri gibi yüzde 47 değil yüzde 97 alsan da bir şey değişmez. Razıysak böyle bir 'rejim'e ve buna utanmadan demokrasi diyorsak yapacak bir şey yok.
Gerçekten bir kavşaktayız; ya tam demokrasi ya darbe. Artık arada bir yerde 'uzlaşıya' razı olunabileceğini sanmıyorum. Ya darbe sözcüğünü çıkaracağız lügatimizden tamamiyle veya demokrasiyi rafa kaldırmalarına seyirci kalacağız. Milli iradenin emanet edildiği siyasi partiler darbe girişimleri karşısında, Demirel gibi üstüne almama veya Erbakan gibi pişkince davranma siyasetinden vazgeçmeliler. Bu iki tavır da demokrasiye bir şey kazandırmadı. Aksine, Demirel ve Erbakan'ın yaptıkları, milli iradenin vesayet altına alınmasına sadece seyirci kalmak oldu. Tam demokrasi isteyenler belli olmalı. Eğer bu Meclis çoğunluğu vesayet demokrasisine razıysa yapsın sistemle barışını açıkça, biz de bilelim. Türkiye'nin 'özel koşulları' oyununu oynamaya hazır olduğunu ifade etsinler, siyaset dışı aktörlerin siyasete biçtiği rolü ve sınırları kabul ettiklerini açıklasınlar. Böylece herkesi rahatlatsınlar!
Kısaca, milli iradeyi taşıyamayan siyasi çoğunluklar bunu açıklamalı, itiraf etmeli... Etmeli ki demokratik sisteme yapılan siyaset dışı müdahaleleri halk görmeli. İktidarmış gibi durup demokratik iktidarı taşıyamamak demokrasiye zarar veriyor. Zaten siyaset dışı aktörlerin müdahalelerinin amacı da bu; demokratik siyaseti iktidarsızlaştırmak. Hukuk ve demokrasi dışı girişimleri halkıyla paylaşmayanlar, sineye çekenler hem kendilerine hem de demokrasiye zarar veriyorlar. Artık bu oyuna bir son vermenin zamanı; demokratik anlamda 'sorumlu' siyasal iktidar ve 'sorumsuz' bürokrasi arasındaki gizli iktidar mücadelesini 'açık' etmek gerek. Darbe söylentileri ve girişimleriyle 'iğdiş' edilen bir 'demokrasi'den bıktım artık! Ya vardır demokrasi, ya da yok. Oyun oynamayı bırakalım...