Diyarbakır'da bir vicdan adamı
Diyarbakır'da değildim.
Ama Diyarbakır'ın nabzını iyi bilen bir dostumla konuştum.
"Diyarbakırlılar Abdullah Gül'ü seviyor dedi o dostum. Tayyip Bey'i de seviyor" dedi.
Cumhurbaşkanı Gül için neredeyse hiçbir örgütlü tezahürat olmadığını söyledi.
Hatta alçaktan jet uçuşu gibi şeyler yapıldı. "Kulakları sağır edercesine ve gözdağı diye algılanabilecek" nitelikte...
Cumhurbaşkanının geçeceği güzergahlar doğru belirlenmemişti dedi.
Cumhurbaşkanı için BDP'nin tezahürat düzenlemesi beklenmese bile, AK Parti çevresinden organizasyonlar beklenebilirdi, halkta var olan sevgi daha iyi yansıtılabilirdi, o da yoktu dedi.
Buna rağmen Cumhurbaşkanı Gül'e büyük sevgi gösterisinde bulunulmuştu ve bu, Diyarbakırlılar'ın tamamen "doğal", "kendiliğinden" sevgi gösterisiydi dedi.
Diyarbakır'da Abdullah Gül, bir "vicdan adamı, insaniyetli bir adam" olarak iz bıraktı.
Bütün mesajları vicdandan ve insani hassasiyetlerden kopmama noktasında toplanıyordu.
Bir merhamet, insaf ve şefkat dili hakimdi Abdullah Gül'e...
"Güzel şeyler olacak" demişti, güzel şeyler olmasını istiyordu.
Ama bunun tek şartı, Diyarbakır'ın ve bölgenin "şiddet" ortamından çıkmasıydı.
Diyarbakır, Kürtçesi ile, Türkçesi ile, tarihi ile, kültürü ile her şeyiyle Türkiye'nin zenginliğiydi. Diyarbakır adına bu güzelliğin yansıması gerekirdi tüm dünyaya...
Şiddet ortamından çıkılan şu kısacık arada bile çok güzel şeyler olmuştu, her şeyin konuşulabildiği bir ortama gelinmişti.
Cumhurbaşkanı Gül, Diyarbakır'ın adının hep siyaset planında geçmemesini istiyordu.
Eline onlarca zarf tutuşturulmuştu ve hepsinde, iş, aş talebi vardı. Oğlu için iş isteyen anne, kendisi için iş isteyen genç kız, iş, iş, iş...
Bu taleplerin konuşulması lazımdı.
Diyarbakır'da bir huzursuzluk olursa, bu Diyarbakır'la sınırlı kalmıyordu, bundan İstanbul'da, İzmir'de yerleşmiş, işini kurmuş, huzur içinde yaşayan Diyarbakırlı da huzursuz olmaktaydı. Memleketin her yanı sancılanmaktaydı.
Cumhurbaşkanı, bölgenin siyasetçilerine "Gizli ajanda çağrışımı yapacak söz ve davranışlardan kaçının" diyordu.
"Dilimize dikkat edelim, iki dil sözleri ayrılma kaygısı uyandırıyor" derken bir kesime, "Tek millet sözcüğü var olan etnik kimliğin inkarı gibi algılanıyor" derken başka kesime dil uyarısı yapmış oluyordu.
Şiddet durmalı, tansiyon düşmeli ve her şeyin makul düzeyde konuşulacağı bir zemin oluşmalıydı.
Cumhurbaşkanı Gül, evet devlet adına bir vicdan ve insaniyet dili ile gelmişti.
Cumhurbaşkanı Gül'ün başkanlık ettiği Milli Güvenlik Kurulu'ndan "özerklik" taleplerini dışlayan sert bir bildiri çıkmıştı.
Başbakan Meclis'te, "Türkiye üzerinde ameliyat yaptırmayız" diyerek sesini yükseltmişti.
Böylece ortaya sert bir devlet tavrı çıkmıştı.
Ama işte Cumhurbaşkanı Gül de, o devletin başı olarak Diyarbakır'daydı ve kendi somut gerçekliği ile bir vicdan adamı olarak insanlarla buluşmaktaydı.
Bu buluşmada hem "Ortak dilimiz Türkçe" diyerek o devlet kararlılığına sahip çıkıyor hem de Diyarbakır'la en sıcak duygu ikliminde buluşarak, "Ayrımız gayrımız yok, Kürtçe de bizim, Arapça da, insanlarımızın konuştuğu başka diller de" diyor sonra da "Devlet de biz de siziniz" mesajını veriyordu.
Valilikte vardı. Garnizon Komutanlığı'nda vardı. BDP'li Belediyede vardı. Sivil toplum örgütlerinin içinde vardı. Fabrikası PKK tarafından yakılan iş adamının yanında vardı. Cuma namazında vardı. Kürtçe türkü dinledi. Kürtçe TV'de yer aldı.
Sofralarda yaban gibi durmadı. Diyarbakır yemeklerine monşer kalmadı. Diyarbakırlı yaşlı anne ile kucaklaşırken, kendini bir evlat gibi hissetti.
Bütün bunlar yeni bir Ankara demekti. Ankara'nın Diyarbakır'a yeni bir açılışı demekti.
Abdullah Gül Diyarbakır'a, parti eksenli hiçbir siyasi hesapla gelmedi.
Tüm siyaset, kardeşlik siyaseti idi.
Memleketin din, mezhep, bölge ve etnisiteye ilişkin tüm farklılıklarını harman edip, kardeşçe mutlu bir geleceğe doğru yürüme idealinde bir millet önderi gibiydi Abdullah Gül.
Ben bir ara, Cumhurbaşkanı Gül'e, bölgede sokakta eylem yapan çocuklarla buluşmasını ve onların başını okşayıp, içlerine bir gelecek tutkusu koymasını önermiştim.
Bence bunlar da planlanmalı bu gezilerde.
Bir cumhurbaşkanı, bir başbakan, memlekette bütün çocukların babası gibi olmalı ve onların, gelecek inşasına yönelmeleri için ne mümkünse yapmalılar.
Bir cumhurbaşkanı, bir bBaşbakan ya da herhangi bir siyasetçi, devlet adamı, en çok Ankara'dan demeç verdikleri zaman değil, halkın içinde, onlarla kucaklaştıkları zaman güzelleşiyor.
Cumhurbaşkanı Gül de, herhalde bir genç kızdan karanfil alırken, bir anneye sarılırken, bir çocuğun başını okşarken, işsiz bir genci teselli ederken güzelleştiğini, içinin mutluluk hisleriyle dolduğunu duyumsamıştır.
Diyarbakır'a, Van'a, Şırnak'a, Edirne'ye, Uşak'a, İzmir'e, Nevşehir'e, Konya'ya... Elhasıl memleketin her köşesine daha çok itina etmeli, daha çok emek, daha çok sevgi vermeli Ankara...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.