Heykel ve “Ucube”
Resim ve heykel…
Mâbedlerini (kiliselerini) resimlerle, heykellerle donatan Batılı anlayışta, “kutsal”…
Kutsal, çünkü kökleri inanç sistemlerinde...
Resim ve heykel Hıristiyanlıktan besleniyor.
“Sanat” ve “estetik” kaygıların özü Hıristiyanlık…
İslâm algısında ise “suret” (insan resmi ve heykeli) Yaratıcı Kudret’le anlamsız bir yarış!
Bir meydan okuma…
“Ben de yaratırım” anlayışının dışa vurumu…
Bu yüzden merdut! (reddedilmiş).
Bu yüzden heykele “put” denmiş, “La ilâhe İllallah”da simgelenen “kulluk” şuuruna aykırı bulunmuş.
Heykelin çağrıştırdığı şey, Peygamber öncesi yaşanan “cahiliye”…
Her resim biraz İsa, her heykel Lat, Menat ve Uzza…
Cahiliye putları!
İlk put kırıcı Hz. İbrahim: Putlara bekçi atandığında eline geçirdiği bir baltayla hepsini parçalamış, baltayı da en büyük putun boynuna asmış…
Putlara ne olduğu sorulduğunda, “Büyük put kızdı, hepsini kesti” diyecektir.
“Cansız, kıpırdayamaz.”
“Cansız, hareketsiz şeye neden tapıyorsunuz?”
Lâkin “cahiliye”de mantık yoktur: Tapmaya devam ettiler.
Peygamber Efendimiz’in Mekke fethinden sonra yaptığı ilk işlerden biri yine budur: Kâbe’yi putlardan arındırmak…
“Hak geldi batıl zail oldu!..” diye diye…
Devr-i Saâdet’i çağına taşıyan ve yaşayan Osmanlı’nın kültür ve medeniyet algısında işte bu yüzden heykel ve suret (insan resmi) yoktur.
Ama alternatifleri var…
Resmin alternatifi minyatür (ki yaratılmış hiçbir şeyi abes saymayan derin idrak minyatüre perspektif katmamış, mevcut olan her şeyi önceleyip aynı yakınlıkta resmetmiştir), heykelin alternatifi mezar taşları...
Osmanlı’nın sanatkâr elleri, mezar taşlarında âdeta bir tarih yazmıştır. Bu bağlamda hayatı ebedileştirmiş, ebedi hayata olan inancını mezar taşlarında haykırmıştır.
Osmanlı’da klasik mânâda heykel olmaması doğaldır. Çünkü Osmanlı, bediî zevklerde bile ebedîyet arayan “Vahiy medeniyeti”ne mensuptur. Dünyayı “ahretin tarlası” sayan bir kültürün çocuğudur o. Vahiy medeniyetinin çocuğu, fani zevkleri tatmin uğruna “Yaratıcıya nispet” gibi bir abesiyetle meşgul olmaz.
Osmanlı heykel dikmek yerine ebedî âbideler dikmeyi seçti. Muhitini baştan başa çeşmelerle, kubbelerle, sebillerle, köprülerle, hanlarla, kervansaraylarla, imaretlerle, şifahanelerle süsleyip, bunların bekâsı için vakıflar vücuda getirdi.
Onun nazarında ebedileşmenin ölçüsü faydasız bir heykel yontmak değil, bir mâbede imza atmak ya da insanlığın hayrına hizmet edecek bir medreseye kubbe çatmaktı.
Özenle yontup her birini sanat şaheserine dönüştürdüğü mezar taşlarında bile ebediyet emelînin yansımaları açıkça görülür.
Öte yandan bugün müzelerde zevkle seyrettiğimiz şaheser beşiklerde insana verdiği değerin ölçüsü saklıdır...
Şu tespiti yapmakta sanırım bir mahsur yok: Osmanlı, "Beşikten mezara ilim" emrine uygun olarak, sanatı beşikten mezara kadar bütün hayata yaymış, sanatla kendi hayat ve ebediyet telakkisini yansıtmıştır.
Bu idrak olmasaydı, hâlâ kullanılabilir durumda bunca tarihî eser bize miras kalır mıydı?
Şu halde Sayın Başbakan’ın dini ve millî algısından gelen bir hassasiyetle heykele “ucube” benzetmesi yapması yadırganmamalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.