Halksız halkevleri
Halkevlerinin davetiyesini masamda görünce, hafızam çocukluk yıllarıma gitti. Rize-Pazar yolunun kenarında yarım kalmış taş binayı hatırladım.
“Ne alâka” demeyin, o taş bina, inşaatı tamamlanamayan bir halkevi idi.
İnşaata 1948 sonlarında başlanmış, 14 Mayıs 1950’de yapılan ilk demokratik seçimde (CHP 1950’ye kadar hiç seçime girmemiş, 950’den sonra girdiği seçimlerden de hiçbir zaman iktidar olarak çıkmamıştır) iktidara gelen Demokrat Parti, halkın isteği ve desteği ile köyü kavrayamamış “Köy Enstitüleri”nin yanı sıra, halkla bir ilgisi olmayan halkevlerini de kapatmıştı. Bu sebeple taş bina yarım kalmıştı.
Bir de halkevi inşaatında kullanılan kara taşların hikâyesi var. Onu da “Bakkal ömer Dayı”dan dinledim.
Günlerden bir gün Jandarma Kumandanı ile Kaymakam Bey köye gelmişler.
“Ahali nerede bakim” diye çıkışmış Kumandan, “artık kaymakamları istikbal etmek yok mu, hepten mi çivisi çıktı bu memleketin?”
“Affınıza mağruren Kaymakamım” diye büzülmüş ömer Reis, “aceleden kimselere haber veremedik, yoksa haberlendikten sonra istikbale çıkmamak hadlerine mi, adamın ciğerlerini deşerler alimallah.”
“Hemen topla öyleyse, cami avlusuna gelsinler.”
ömer Reis yalpalayarak cami avlusuna yuvarlanmış.
Az sonra kahvedeki, iskeledeki ve tersanedeki (o zamanın zamanında bölgenin en iyi tersanesi bizim Kalecik iskelesiydi, kocaman ahşap gemiler yapılırdı) tekmil ahali cami avlusuna yığılmış.
El-etek faslından sonra, Kaymakam’ın önüne tek sıra dizilmişler. Altı köyün tek bakkalı ömer Reis, ellerini önünde kenetleyip, ayaklarına bakaraktan tüm köylüler adına konuşmaya başlamış:
“Habersiz geldiğin için ekmek çıkartamadık Beyim, artık bir acı kahvemizi içersiniz...”
“Olur” demiş Kaymakam, çatık kaşlarının altında belenen gözlerini ömer Reis’e çevirerek; “içelim bir acı kahvenizi bakalım.”
Sandalye ile birlikte kahveleri de koşturmuşlar. Kaymakamla Jandarma Kumandanı, yan yana konan sandalyelere kurulmuşlar.
Köylüleri ufalaya ufalaya incelemiş Kaymakam. Sanki ölçmüş, biçmiş, her birinin değerini kestirmeye çalışmış.
Nihayet üst üste iki fırt çekmişler kahvesinden. üzerine birer yudum da su almışlar. Kaymakam ağzında birkaç kere döndürdükten sonra, guruldatarak yutmuş suyu.
“İmdi gelelim maksad-ı aslimize” diye konuşmuş, “size büyük bir müjdemiz var. Angara’da ikamet buyuran Milli Şefimiz İsmet Paşa hazretleri, altı köyün merkezi olaraktan, Kalecik köyüne bir halkevi yapılmasına karar vererek sizi şereflendiriyor. Ne kadar sevinseniz azdır.”
Kaymakam’ın söyledikleri köylülere pek bir tumturaklı geldiğinden, bir şey anlamamışlar, bu yüzden Kaymakam’a belli etmemeye çalışarak gülüşmüşler.
Gülüşmeleri fark eden Jandarma Kumandanının hızla ayağa fırlamasıyla, “Höst dedik!” diye gürlemesi bir olmuş, “densizlik istemez! Ayrıca da destursuz konuşmak ve gülmek edebe aykırıdır. Bugüne bugün karşınızda devlet var, saygılı olun.”
Köylüler koca göbekli, ince kafalı devletin karşısında ufalanmışlar, korkmuşlar ve susmuşlar.
“Evet” diye söze girmiş Kaymakam, “sözün özü şu ki, Kalecik'e bir halkevi binası yapılacak."
Kalecik, gerçekten de altı köyün merkezi. “Merkez” dedikse, öyle ahım-şahım bir yer değil; topu topu bir bakkalı bir kahvehanesi, bir de camii var. O tarihte henüz ilkokul bile yapılmamış.
Köylü nereden bilecekmiş onca inceliği; her inceliği, her niceliği sadece kaymakam beyler, belediye reisleri, jandarma kumandanları ve Halkçı (Halk Partisi anlamındadır) önderler bilirlermiş! Ne de olsa okumuş adamlarmış! Ayrıca, söylediklerine göre, halkın iyiliği için çalışıyorlarmış. (Her ne kadar hiçbir iyilikleri görülmüyordu ise de)
"Tamam mı” diye üstelemiş Kaymakam Bey, “Kalecik’e yakışacak bir halkevi yapıyoruz!"
O devirde, yani 940’lı yıllarda, hükümet adamına itiraz etmek kimin haddine düşmüş?
“öncelikle okul yapsak da çocuklarımız okusa daha iyi olmaz mı?” diye sormaya kim cesaret edebilir?
önce kafalar sallanmış, ardından boyunlar bükülmüş, Kaymakam Beye derhal itaat edilmiş. Kalecik’in “Halkçı önder”lerinden CHP delegesi Kemal Bey (neden bilinmez, ama CHP’lilerin köylüleri bile “bey” oluyormuş) hemen destek vermiş:
"Sen bilirsin Kaymakam Beyimiz, sağolası İsmet Paşa’mızın ve dahi hükümetimizin kolu uzundur, ne isterse anında yapar. Hükümet-i Cumhuriyeye âcilen halkevi lâzım olduğuna göre, evvelemirde halkevi yapılacak. Daha sonra belki okul da yapılır. Koskoca hükümete neyi ne zaman yapacağını biz mi öğreteceğiz, hâşâ!”
“Eh, madem öyle yapılıversin bari” demiş, köylü.
Halkevini, hükümetin kendi bütçesinden yapacağını zannetmişlermiş. Meğer kazın ayağı öyle değilmiş. Meğer kazın iki ayağı, gövdesi ve her bir şeyi köylünün cebinden çıkacakmış. Kaymakamlık halkevi inşaatının sadece çimentosunu karşılayacak, kalan tüm masraflar halka yüklenecekmiş.
Kazın ayağı böyle olunca, sorgulamaya başlamışlar halkevini: “Ne işimize yarayacak bu halkevi?”
“Akşamları toplaşıp medeniyet öğreneceksiniz.”
“Medeniyet nedir ki? Nasıl öğrenilir Kaymakam Bey?”
“Kolay” demiş Kaymakam, “saz, tulum, kemençe eşliğinde oynayacaksınız. Sonracığıma, bir erkek bir kadınla karşılaştığında nasıl şapka çıkarmalı, nasıl tokalaşmalı gibi medeni mevzuları da ezberleyeceksiniz.”
Kaymakam, köylülerin şaşkın bakışları altında, Gülbahar Hatun’un (Yavuz Sultan Selim’in annesi) yadigârı camiin bahçe duvarını yıktırıp o taşlarla halkevi inşaatını başlatmış. Fakat CHP iktidarının ömrü vefa etmemiş. 1950’nin 14 Mayıs’ında yıkılınca halkevi inşaatı yarım kalmış.
CHP iktidarı yıkılmasaydı, jandarma ve tahsildar baskısını iliklerinde hissederek yarı aç, yarı tok yaşayan, suyu, yolu elektriği olmayan köylüler halkevinde dans ede ede ne güzel medenileşeceklerdi!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.