Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Kürtçülüğün Çâresi Ankara İdeolojisinde Değil, Said-i Nursi’nin Fi

Kürtçülüğün Çâresi Ankara İdeolojisinde Değil, Said-i Nursi’nin Fi

İdris-i Bitlisi’den bu yana Kürtleri Osmanlı-Türk medeniyeti bünyesinde birleştirici en tesirli kanaat önderi Bediüzzaman Said-i Nursi’dir.

Türkiye’de Said-i Nursi anlaşılmadan Kürt meselesi çözülmez. Kürtçülüğün ve Türkçülüğün zararlarını onun risalelerinden öğrenmek gerek.

Türkiye’de kaynaşmış bir milletin meşrûiyetini ve değerlerini ne Ziya Gökalp’te, ne Kemalist Altı Ok cumhuriyetinin ilkelerinde, ne de laikçi ulusalcı Türkçü fikirlerde aramak lâzım.

Kürtlerin, bünyesinde olmaktan etnik bir fârika hissetmediği “Hakk’a tapan” Müslüman Türk cumhuriyetinin meşrûiyet ve kaynaklarını onun görüşlerinde bulmak mümkün.

Kürtlerin, din-i İslâm üzere bir cumhuriyetin organik âzası olarak kalması, Said-i Nursi’nin görüş ve tekliflerinde mevcuttur.

Türkçülüğün ve Kürtçülüğün nihayette ayrılıkçılığı getirebileceği tehlikesi onun risalelerinden öğrenilseydi, bugün sosyal ve siyasî bakımdan çatışmalı bir cumhuriyet problemi olmazdı.

Meşrutiyet döneminde İstanbul’da bir kısım Kürtlerin ayaklanmasını kahvehane kahvehane dolaşarak yaptığı konuşmalarla ayrılıkçı fitne tohumlarını yok etmeye çalışmıştır:

“Bizim düşmanımız cehalet, zemmet, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakiki kardeşlerim Türklerle ve komşularımızla dost olup ele ele vereceğiz. (...) O mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt namını taşıyan ve Kürt unsurdan addedilen mahdut birkaç dinsiz ve mezhepsiz bir mesleğe girenleri kazanmaktan yüz bin defa istiaze ediyorum.”

Said-i Nursi, İslâm’ın esas alınmadığı Türkçü-Atatürkçü cumhuriyetin Doğu ve Kürt meselesini çözemeyeceğini o yıllarda ifade etmiş, Kürtlere Türklüğün dayatılma biçiminin “usûl-ü vahşiyâne” olduğunu söylemişti.

Türklere de, Kürtlere de Türkçe ezan zulmünü yapan “devrimci” cumhuriyetçilerin Kürt milletdaşlarımızdan her yerde Türkçe konuşmalarını istemesinin katmerli bir zulüm olduğunu haykırmış ve bu zulmün milletle cumhuriyetin arasını açacağını daha baştan söylemişti:

“İslâmiyetle ile eskiden beri imtizaç ve ittihad eden dindar Türk milliyete zıd bir suretle Frenklik mânasında Türkçe nâmıyla bidatkârâne bir şekilde Türkçe kameti teklif etmek hangi usûldendir.”

Devletin ve medeniyetin hâmisi Türkler gibi Kürtlere de Kur’an dili yasağı ile zulüm yapan Altı Ok cumhuriyetinin seksen küsur yılık siyaseti, yangın yerine dönen Doğu ve Kürt probleminin en baş müsebbibidir.

1925’deki Takrir-i Sükun’la başlayan Kürtçe yasağın, kâtil 27 Mayıs 1960 darbecilerinin insanlık dışı uygulamalarıyla devam etmiş ve tesirli Kürt aşiretlerinin Batı bölgelerine iskânının bir mezalime dönüşmüş olduğunu rejimin oligarkları açıklayabilir mi?

Arkasından 12 Eylül cuntasının bundan daha beter Doğu siyasetinin Kürtlerin yüreklerini kanatarak, onların bin yıllık Osmanlı-Türk aidiyetini zedelediğini, şüpheye düşürdüğünü ve ayrılıkçı tohumların yeşermesine sebep olduğunu itiraf edebilir Ankara oligarşisi?

SAİD-İ NURSİ: “TÜRK-KÜRT BİRDİR, KARDEŞTİR, KARDEŞİ KARDEŞE ÇARPIŞTIRMAYIZ”

Çözümün Said-i Nursi’nin tarihe dayanan gerçekçi fikirlerinde yattığı ve onun ne denli bir bütünleştirici millet taraftarı olduğu, Ankara ideolojisinin İslâm’a mugayir lâ-dinî bir cumhuriyet ilân etmesine isyan eden Şeyh Said’e yazdığı mektup ortaya koyuyor:

“Türk milleti asırlardan beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Türk-Kürt birdir, kardeştir. Çok veliler yetiştirmiş, dinin yolunda milyonlarca şehit vermiştir. Binaenaleyh, kahraman ve fedakâr İslâm müdafilerinin torunlarına kılıç çekilmez ve bende çekmem. Biz Müslümanız. Onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşe çarpıştırmayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç, harici düşmana çekilir. Dahilde kılıç kullanılmaz. Yegane kurtuluş çâremiz Kur’an ve iman hakikatleriyle tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç câni yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir. Kürtler medenî ve mamur olmalı. (...) Birbirine kıyam etmemeli...”

O, Kürtlerin İslâmî ilim ve maarif sayesinde eskimiş aşiret yapısını izale edecek ve daha medenî imkânlara kavuşmasını sağlayacak mekteplerin açılmasıyla cumhuriyet devletine sadakatle bağlanmasını gerçekleştirecekti. Onun yolu İslâmî irfanla gönülleri fethedilerek kazanılmış bir Kürt toplumunun devlete bağlılığıydı.

“Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yok” diyen Bediüzzaman’ın baştan beri risale ve çağrılarında İslâm kardeşliği, Kürtlerin Türkler arasında âbad olabileceği, cehaletin izale edilmesi ve maarif gibi bütünleştirici fikirler vardı.

Sevr Antlaşmasının Türk ve Kürdü nihayetinde böleceğini işaret eden, Lozan Antlaşmasına “müthiş plân Lozan Muahedesinin Sevr’in bir parçası olduğunu” söyleyen Said-i Nursi’nin belirttiği çârelere Ankara ideolojisinin karşı çıkması, onun İslâmî bir cumhuriyet taraftarı oluşundandır.

“İslâmlar içinde nûr-u Kûr’n’a muhalif hâletlerin ekserisinin ‘gaddarhâne Sevr Muahedesinin vahim neticelerinden” bahseder. “Emperyalizmin şeflerinin Türkün maddesini serbest bırakıp, buna mukabil ruhunu tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek sûretiyle, Masonluk hesabına Kûr’an ahkâmını ortadan kaldırmayı...”

Doğu’nun ve Kürt meselesinin bu hâlde olmasının müsebbibi Kemalist Türkçü rejimdir. Said-i Nursi’nin hem Abdülhamid Han’a, hem de 1922’de Ankara Hükümetine teklif ettiği Van’daki Medresetü’z-zehra adlı üniversite projesi gerçekleşseydi şayet bugün PKK ve Kürtçülük problemi olmazdı.

1923 yılı başında Van’da kurulacak olan Medresetüz-zehra’ın kuruluşu için 150.000. Tl. ödenek ayrılır. Fakat iki yıl Meclis Komisyonu’nda bekletilir ve cumhuriyetin makas değiştirmeye başladığı 1925’de reddedilir.

Bu trajik tarih, Doğu’nun ve Kürt milletdaşların aidiyetlerinde kırılmanın tarihidir. Millî Mücadele’deki Ankara Hükümetinin vaat ve samimiyetlerini bir daha göremeyecek olmanın bahtsız tarihidir.

ÇANLAR ZORBA ULUSALCI CUMHURİYET İÇİN ÇALIYOR

İslâmsız ulusçu Türkçülük, İslâmsız ulusçu Kürtçülüğü seksen küsur yıldır karnında taşıyarak nihayet doğurmuştur.

Kadere bakın ki, doğuran da, doğurulan da özürlü. Birbirlerini sevmiyor, aidiyet hissetmiyor ve birbirlerine saldırıyorlar.

Çünkü, İslâm milleti üzere yapılmış bir evlilik ve kalınmış bir hamilelik değildi de ondan.

Kürtçülüğü doğuran, din-i İslâm üzere bir Türkiye cumhuriyeti değil, lâ-dinîlik üzere kurulan Altı Ok cumhuriyetidir.

Kemalist Türkçü cumhuriyetçilerin, kendisi gibi özürlü doğurduğu Kürtçü çocuğunu evinde tutamadığına, kucağında barındıramadığına ikna etmenin yollarını aramalı “Hakk’a tapan” Türk milletinin münevveranı.

Resmî Ankara ideolojisinin seksen küsur yıldır İslâm’ın pasifize edildiği ulusçu siyasetiyle Kürt milletdaşlardan ayrılıkçı Kürtçü kitle meydana getirdiği gayet açıktır.

Etnikçi Kürtlerin varlığı, Ankara rejiminin seksen küsur yıllık zihniyetinin eseridir.

Kürtleri, İslâmsız bir yolla Ankara cumhuriyetine rıza ile “rabt ederim” diyen ulusçu Türkçülerin ideolojilerinin iflas ettiği âşikardır.

Kürtler, Doğu ve Güneydoğu’da Said-i Nursi’nin anlayışıyla kurulacak ilk, orta ve üniversite mektepleriyle ancak Türkiye’ye kalben rabt edilebilir.

Çâre, Kürtlere ayrılıkçı tohumlar eken İslâmsız ve içi boşaltılmış ne mutlu Türküm dedirtmekte değil, Osmanlı bakiyesi Anadolu’da Türkiye İslâm cumhuriyetini işâret eden Bediüzzaman’ın İslâmî zihniyetiyle yaklaşılacak bir siyasettedir.

Meşrutiyet’ten itibaren devlet ve milletin, Türk ve Kürd’ün et tırnak gibi bir arada nasıl olabileceğinin tefekkürünü yapan bir dâva adamı, bir İslâm âlimiydi o.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi