Ankara, İstanbul, Urfa ve Adıyaman hattı
Kaç gündür yollardayım, geçen hafta birkaç günlüğüne Ankara’daydım. Son dönemlerin en hızlı hastalıklarından biri malum kanser illeti. Bizim de 26 yaşında eşimin yeğeni bir hanım kızımız, aynı illetle mücadele ediyor. Allah kimseye böyle amansız bir hastalık vermesin.
“Sağlığınızın kıymetini bilmek için hastanelere gidin” derler ya, gerçekten hastaneler birer tedavi merkezinden ziyade ibretler merkezi gibi. İbret alınacak o kadar çok hastalar ve hastalıklar var ki, dünya gözünüzde bir mercimek tanesi kadar küçülüyor ve anlamsız kalıyor.
Yalnız dünya öyle garip bir gezegen ki, bu duyguları hastanede yaşıyor, gördüklerimizi, işittiklerimizi birkaç gün belki üzerimizde taşıyoruz ama aradan belli bir zaman geçince, hepsini unutabiliyoruz. O zaman da diyoruz ki, “Hayat devam ediyor.”
Evet, “Hayat devam ediyor” ama devam etmeyen bir şey var. İnsanoğlunun ömrü devam etmiyor, bir yerde bitiyor ve tükeniyor. Tükenme noktasına gelmeden hayatı ve insanı iyi anlamak gerekiyor. İşte bunu beceremiyoruz.
Sanki dünyayı tüketmeye gelmişiz gibi, oysa dünya bizi tüketiyor farkında değiliz. “Tüketirsek yaşarız, tüketemezsek ölürüz” gibi bir inanç boynumuza yapışmış, kutsal bir emanet gibi taşıyıp duruyoruz.
Hastalık, hastane, sokaklar ve caddelerde yaptığım gözlemler bunları öğretti bana. Kazanmadan tüketmemeyi öğrenmeli. Sağlığımızı tüketerek para kazanıyoruz, sonra kazandığımız parayı da sağlığımıza kavuşmak için harcıyoruz.
“Hayat bir öğretmen” derler. Galiba biz hayatı “öğretmen” olarak değil, “öğütmen” olarak algılıyoruz. Yani hayat bizi değirmen gibi öğütüyor. Paramızı değil, duygularımızı öğütüyor. Duyguları öğütülen insanlar olarak çareyi, “kendimizi ve çevremizi” tüketmekte buluyoruz.
Bu duygularla Ankara’dan İstanbul’a gelip, İstanbul’dan hemen Urfa’ya geçtim. Merkezi Adıyaman’da bulunan “Güneydoğu Anadolu Gazeteciler Cemiyeti” (GAP Gazeteciler Cemiyeti’nin) aylık olağan toplantısı Urfa’da yapılacakmış, dostlar oraya davet etmişlerdi.
Konya için söylenen bir söz vardır. “Gez dünyayı gör Konya’yı” derler. “Gez dünyayı gör Urfa’yı” daha çok yakışıyor. Urfa’ya gidince sanki bir başka gezegene gitmiş gibi oluyor insan. Tarihi, mimari ve sosyal yapısıyla harika şehirlerimizden biri. Gitmeyenlerin, görmeyenlerin mutlaka görmesini isterim.
Balıklıgöl civarında gezerken içinizi bir hüzün kaplıyor, öyle bir hüzün ki, sonu sevince varıyor. Her gördüğünüz insanın yüzünde mutlaka bir tebessüme rastlıyorsunuz. Tebessümün sırrı, Nemrut tarafından Hz. İbrahim’e yapılanlar ve Hz. İbrahim’in sonu.
Balıklıgöl’den yukarıya, Nemrut’un Hz. İbrahim’i mancılıkla ateşe attığı noktaya çıkıyorsunuz, bu sefer içinize bir karamsarlık çöküyor. İnsanların yüz hatları geriliyor ve acı çizgiler beden diline yansıyor.
Urfa üzerine yazılmış o kadar çok eser var ki, her biri ayrı bir tarih, ayrı bir belge. Bir de anlatıcılar var ki, ağzınız açık dinliyorsunuz. Sanırsınız ki, yeryüzünde şehir ve medeniyet adına sadece Urfa diye bir yer var. Evet, gerçekten şehirlerin hem anası hem babası.
Efsanelerle gerçekleri birbirinden ayıran araştırmacı yazar ve Türkiye Yazarlar Birliği Urfa Şube Başkanı dostum Mehmet Kurtoğlu, efsane Urfa ile gerçek Urfa’yı saatlerce sıkılmadan anlattı ve Urfa’da birkaç saat değil, birkaç hafta kalınırsa ancak Urfa’nın anlaşılabileceğini ortaya koydu.
Neredeyse her Peygamber’in uğrak yeri olmuş Urfa. Şehrin ve civar komşu şehirlerin belgeselini çekmek için yabancı televizyonların biri gelip biri gidiyor. Bizden çok yabancıların ilgisini çeker olmuş Urfa. Oysa bizim daha çok ilgimizi çekmesi lazım. Yoksa bu gidişle Urfa, sadece Nemrut’la anılacak olabilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.