İmamHatip Mekteplerinde Namaz Mecburi Olmalıdır
İMAM-HATİP okullarının gerçek İslam mektepleri olabilmesi için bazı zarurî (zorunlu) şartlar vardır. Bu şartlardan biri olmazsa, tam İslam mektebi olamazlar.
Birinci şart: Bu okulların hepsinde Ehl-i Sünnete uygun sahih itikat okutulmalıdır. Hiçbir reformcuya, dinde değişim ve yenilik isteyene, Fazlurrahmancıya (Tatiliye mezhebi), Vehhabîye, Selefiyeciye, diyalogcuya ve diğer bid'at fırkalarına mensup kimseye bu okullarda öğretmenlik yaptırılmamalıdır.
İkinci şart: Ders saatleri içinde hangi namaz vakti giriyorsa o namazlar BÜTÜN öğrenciler tarafından okul camiinde, okulun resmi imamının arkasında cemaatle kılınmalıdır. Namaz kılmayan ve cemaate katılmamakta direnen öğrencilerin okulla ilişiği kesilmelidir.
Üçüncü şart: İmam-Hatip okullarında kız erkek karışık öğrenci okutulmamalıdır.
Dördüncü şart: İmam-Hatip okulu talebelerinin okul dışında, Müslümanlığa yakışmayacak tavır, hareket ve davranışları takip edilmeli, gereken uyarılar yapılmalıdır. Bu uyarılara uymayanlar, gerekirse tard edilmelidir.
Beşinci şart: Okullarda bilhassa usul-i fıkıh ve fıkıh derslerine ağırlık verilmelidir.
Altıncı şart: Bütün öğrencilerin imamlık yapabilecek kadar düzgün kıraate ve yeterli fıkıh bilgisine sahip olması gerekir.
Yedinci şart: İmam-Hatip öğrencileri İslam ahlâkı konusunda bütün gençliğe model ve örnek olacak şekilde yetiştirilmelidir.
Sekizinci şart: İmam-Hatip talebelerine doğru dürüst Arapça öğretilmelidir. İmam-Hatip diploması almış, elif'i mertek zannediyor, böyle rezalet olur mu?
Madde olarak yazmıyorum, İmam-Hatip öğrencileri namazın edeplerinden olan imame veya takke ile namaz kılmalıdır.
Öyle İmam-Hatip mezunları görüyorum ki, ne beş vakit namaz kılıyor, ne Cumaya gidiyor. Bu ne biçim İmam-Hatip tahsilidir.
Lütfen, çok rica ediyorum ucuz ve gereksiz itirazlarda bulunmasın kimse. Bendeniz, İmam-Hatip mekteplerine esastan muhalif değilim. Onların gerçek İslam mektepleri olmasını istiyorum. Bu bir suç mudur, bir kabahat midir, kötü bir istek midir? Yukarıda yazdığım maddelerin hangisinde Ehl-i Sünnete aykırı bir husus vardır?
İmam-Hatipli kız öğrencilerin rengârenk, dikkati çeken başörtüler takmaları doğru değildir. Sade, parlak olmayan bir renkte başörtü olabilir.
İmam-Hatiplerde mutlaka Osmanlıca okutulmalı, gençler anadilimizin edebiyatını iyi bilmelidir.
* (İkinci yazı)
YEŞİLLİK KATİLLERİ
İSLAM dininde yeşillikleri tahrip etmek, lüzumsuz yere ağaç kesmek, kasıtlı olarak ormanları ve çalılıkları yakmak, hatta bir dal kopartmak, yeşil bir otu yolmak bile caiz değildir.
Bitkiler canlı yaratıklardır, İslamî inanca göre (ki doğrusu odur), Allah'ı zikrederler.
Bitkilerin bizim gibi ağızları, dilleri yoktur. Kendilerine mahsus lisanları vardır. Şair:
"Her kiyahi ki, ez zemin ruyed
Vahdehu lehu şerike leh guyed"
(Her ne yeşillik ki yerden biter,
Birdir O, ortağı yoktur der) demiştir.
Son yıllarda yurdumuzda dehşet verici bir yeşillik, ağaç katliamı yaşanmıştır. İstanbul'un içindeki ve çevresindeki yeşil alanlar, bağlar, bahçeler, tarlalar, çalılıklar yapılaşmaya açılmış, beton sahra-yı kebirlerine döndürülmüştür.
Hatta şehrin içinde bin bir zahmet ve masrafla yetiştirilmiş ağaçlar Vandalca budanmış ve bunların çoğu ya kurumuş, yahut sağlığını yitirmiştir.
Politikacılar, orman bölgelerindeki köylülerin oylarını, onlara ormanları kestirerek satın almışlardır.
Halkımızın bir kısmı maalesef, bitki sevgisinden mahrumdur. Bazen susuzluktan, bakımsızlıktan kurumuş saksı çiçekleri ve ağaçları görürüm, yüreğim sızlar. Pencere kenarında veya kapının önünde duran saksıya arada bir su dökülmemiş ve bitki hayatını kaybetmiş. Bu da bir cinayettir. Bendeniz bitkilerin, insanların konuşmalarını, düşüncelerini, duygularını anladıklarına, sevindiklerine, üzüldüklerine, telaşa düştüklerine dair ciddi kitaplar, makaleler okumuşumdur.
Bir şehirde, bir ülkede, bir mahallede ağaçlar, çalılar, çiçekler, bitkiler tahrip ediliyorsa oraya bereketsizlik, uğursuzluk, şeamet iner.
Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri "Ormanlarımdan bir dal kesenin, başını keserim" buyurmuşlardır.
Ağaçlarda, çalılarda, bitkilerde hatta taşların üzerinde yetişen yosunlarda insanlar için bin türlü fayda vardır. Ölüm veya ihtiyarlık dışında her şeyin bir çaresi yaratılmıştır. Bu çarelerin çoğu bitkilerdedir. Meselâ gül koklamak, kalp ve romatizmaya iyi gelir.
Eskiden İstanbul'un çevresinde ulu ağaçlarla donanmış gür ormanlar bulunuyormuş.
Ormanların en büyük düşmanının keçiler olduğu söylenir, yanlıştır. Ormanların en büyük düşmanı kötü politikacılar, kötü bürokratlar ve kötü insanlardır. Allah şerlerinden, ağaçları, çalıları, bitkileri ve halkı korusun.
Her yaz ülkemizin çeşitli yerlerinde orman yangınları oluyor, bunların bazısı ihmal ve gaflet eseridir, bazısı da kasıtlı olarak çıkartılıyor.
Ormanlık veya çalılık bir arazinin yanması ne demektir biliyor musunuz? On binlerce kuşun, kaplumbağanın, tilkinin, kirpinin, porsuğun, yılanın feci şekilde can vermesidir. Milyonlarca, milyarlarca böceğin ölmesidir. Birkaç kere yazdım, tekrar edeyim, canavar ruhlu insanlar, Uludağ eteklerinde bir ormanı yakmışlar, alevler içinde kalan bir ayı canhıraş feryatlar çıkartarak yanıp ölmüş.
Birtakım cahiller, biçilmiş tarlalardaki ekin köklerini yakıyorlar, bu da bir cinayettir, bir faciadır. Faydası yoktur, zararı çoktur.
İyi bir Müslüman, vicdanlı bir insan, bir karıncayı bile ezip öldürmez. Yakmak, yakarak cezalandırmak Allahu Teala'ya mahsustur.
Okuyucularıma önemle tavsiye ediyorum: Hainlerin, zalimlerin, yeşillik katillerinin kırılasıca ellerinin uzanamayacağı bir yerde, kendilerine sadaka-i cariye olmak üzere bir veya birkaç ağaç ve çalı diksinler. Öldükten sonra bir kuş bu ağaca konsa, yabanî meyvesinden yese veya bir dalına yuva kursa, onlara sevap yazılır. Biri, yazın ağacın gölgesinde oturup dinlense, yine sevap alır... Meyve ağacı dikmelerini tavsiye etmem, birtakım açgözlüler meyvesini toplayayım derken, dallarını kırarlar... Bendeniz, sorumlu ve ilgili kişilerin muvafakatini alarak İstanbul'da tarihî bir mekânın haziresine bir selvi fidanı dikeceğim. İnşaallah o ağaç zikrettikçe bendenize de sevap yazılır.
Ağaçlarımızı, ormanlarımızı, çalılıkları, koruları koruyan, onlara bakan, onların çoğalmasına hizmet eden herkese teşekkürlerimi ve minnetlerimi sunuyorum.
Ağaçları kesen... Ağaçları yamyamlar ve Vandallar gibi budayan, ormanları ve makileri yakan, İstanbul'u ve diğer büyük şehirlerin akciğeri mesabesindeki yeşillikleri, rant hırsıyla ortadan kaldıran zalimlere ve hainlere beddua ediyorum.
* (Üçüncü yazı)
DİKKAT, MERAK, HAFIZA
BU devirde, bilhassa gençlerde, şu üç konuda büyük yetersizlik görülüyor: (1) Dikkat, (2) Merak, (3) Hafıza.
Dikkatler dağılmış vaziyette, dikkatin ne olduğunu bilmek için psikoloji okumuş olmak gerekir. Adam bakıyor, sanki görüyor ama aslında görmüyor... Hiçbir şeye dikkat edemiyor. Hafıza derseniz son derece silik ve dağınık.
Adamcağız bendenize "Şevki Bey, yazılarınızı yirmi yıldan beri takip ediyorum..." diyor. Sen yirmi yıl yazımı oku ve ismimin Şevket olduğunu bilme, olacak şey değil.
Galata köprüsünden şimdiye kadar binlerce defa geçmiş, geçmiş ama Süleymaniye Camiinin kaç minaresi olduğunu bilmiyor.
Millette merak diye bir şey kalmamış. Atina'ya turistik bir seyahat yapıyor, orada üç tam gün kalıyor ve Benaki Müzesini ziyaret etmiyor. Ya Rabbi bu ne korkunç meraksızlıktır.
İstanbul'un kıyı kenar bir semtinde Piyalepaşa Camii vardır. Mimar Sinan'ın bambaşka bir üslupla inşa ettiği harika bir sanat ve mimarlık eseridir. Türkiye Müslümanları yeteri kadar medeni olsalardı, her gün oraya gruplar halinde gider, seyrederlerdi.
Mimarlık sanatı bakımından değerli ve üstün olan bir camiye, bir binaya, bir köprüye bakmanın onu doya doya, derin derin seyretmenin stres giderici, şifa verici bir tesiri olduğunu duymuş muydunuz? Böyle bir şifa herkese nasip olmaz. Değerini bilerek, anlayarak, idrak ederek seyredeceksiniz; bakışlarınız size zevk ve haz kazandıracak.
Bundan on beş sene kadar önce Dolmabahçe Sarayında bir tarihî hilyeler sergisi açılmıştı. Serginin tertipçisi Turgay Bey, üzüntülü ve şikâyetçiydi, "Müslüman kesimin kodamanlarından, üst tabakasından, güçlülerinden hiç kimse gelmedi" diyordu.
Çirkin bir bina insanın içini karartır, biz bunun da farkında değiliz.
İçindeki bilgiler faydalı, güzel bir kitap düşününüz. Kağıdı sanatlı bir kağıt, hurufat karakteri o da sanatlı, cildi bir harika, yan kağıdı nefis bir ebru, insan bu kitabı okurken hem muhteva (içerik) hem şekil dolayısıyla birkaç çeşit zevk duyar. Avrupa'da kitapseverler için böyle lüks ve orijinal baskılar yapılıyor, numaralanıp meraklılarına satılıyor. Bizde merak yok ki, böyle kitap basılsın, satılsın...
Hafızasızlık niçin bu kadar yaygın?
1. Harama çok bakılıyor, harama bakmak hafızasızlığa yol açar.
2. Çok haram yeniyor.
3. Toplum "şifahî toplum" oldu. İnsanlar unutmamak için bazı bilgileri defterlere yazmıyor. Medenî toplumlar aynı zamanda yazılı toplumdur. Yazılması gereken şeyi yazarlar, not ederler.
Dikkat, merak ve hafıza eğitimle güçlendirilir ve geliştirilir. Bizde böyle bir eğitim yok.
Türkçenin arı, duru, sade suya tirit, öz, yozlaşmış, erozyona uğramış bir dil haline gelmesi, kültürümüze, bu arada dikkatimize, merakımıza, hafızamıza büyük zararlar verdi.
Ali Emirî Efendi miydi acaba, kudemadan bir zatın Osmanlı edebiyatından 10 bin beyti ezbere bildiğini okumuş veya duymuştum.
1950'li yıllarda gazetelerde köşe yazısı kaleme alan eski muharrirler, fıkralarını (o tarihlerde köşe yazısına fıkra denirdi) divan edebiyatından seçilmiş beyitler, mısralar, kıt'a veya rubailerle süslerlerdi. Çünkü onların hafızasında böyle yüzlerce beyit, mısra, kıt'a vardı.
Geçen sene bir İmam-Hatip talebesi gördüm, Ziya Paşa'nın terkib-i bend ve terci-i bendini ezberlemişti. Bu öğrencinin bir ikincisinin çıkacağını hiç sanmam.
Müslümanlar bu konularda nasıl eğitilebilir?
Dikkat, merak, hafıza melekelerini geliştirmek mümkündür. Bunun için gerçekten ehliyetli ve uzman öğretmenler ve üstadlardan ders almak gerekir.
On genç bulacaksınız, bir minibüse bineceksiniz, İstanbul'un tarihî suriçi bölgesini gezip dolaşacaksınız. Ana caddeleri değil, ara sokakları, kenar semtleri... Fener'e gideceksiniz, Gül Camiini gösterip anlatacaksınız... Ayvansaray'a gideceksiniz, Hazret-i Cabir Camiini... İstanbul hazinelerle doludur da haberimiz yok... Sultanahmet Camiini bilmeyenimiz yoktur. O anıt bina hakkında ne biliyoruz? Bilinmesi gerekenlerin binde birini biliyoruz. O ulu camii, uzman bir üstad nezaretinde gezilecek, on gençten üçünde istidat yoksa, ikinci geziye onları almayacaksınız.
İslam dini bir kitap ve yazı medeniyeti doğurmuştur. Bizim on kişilik kafilenin kütüphanelere, mücellitlere, hattatlara gidip bilgi alması, aydınlanması gerekir. Aherli kâğıt nedir, kaç çeşit hat vardır, yan kâğıdı ne demektir, makta ne demektir, mikleb ne demektir? Kültürlü Müslüman bunları hep bilecektir. Efendim ben tıpta okuyorum, bunlar bana lazım değil, diyenin aklına şaşarım. Öylesi odun gibi doktor olur. Doktor olacaksan Süheyl Ünver gibi olacaksın. Rahmetli hezarfendi, on parmağında on hüner vardı.
Gençlere çok rica ediyorum: Meraklı olsunlar, dikkatli olsunlar, güçlü bir hafızaya sahip olsunlar.