Tercümem yanlış mı?
Muhaliflerimin taklid mercii makamına koydukları E. Sifil, Muaviye konusundaki yazıma da birkaç yazı ile reddiye yapmış. Eli kalem tutan, kendini ehil gören herkesin tenkit hakkı elbette vardır, ama üslub ve niyet de önemlidir. Niyeti Allah bilir, ama üslubun uygun olmadığı kanaatindeyim. Çünkü onun yazdıklarından yola çıkarak bana mektup yazan yüzlerce avam hakaret, tekfir, tadlil ediyorlar, neden yazmayı bırakmadığıma öfkeleniyorlar ve onu kurtarıcı gibi görüyorlar.
Konuya gelelim.
Ben dedim ki "Muaviye'yi sevmem, ama ona sövmem". Sevmem çünkü başta Ehl-i beyt olmak üzere bu ümmete yaptıkları onu sevmeme engeldir.
Bu sözüme karşı çıkanlar Ehl-i sünnet kavramını istismar ediyorlar. Halbuki Ehl-i sünnete göre "sövülmez", ben de sövmüyorum, ama sevmek şartı yoktur. "Var" diye naklettikleri rivayetlerin asılsız olduğunu da yazmıştım.
Yazarın iki iddiası/beyanı var: 1. Ben Taftâzânî'nin ifadesini yanlış tercüme etmişim, "bi-zahirihî" kelimesini açıkça diye çevirmişim, halbuki "zahiri manasıyla" diye çevirmem gerekiyormuş. 2. Teftâzânî'yi görüşüme destek kılmışım, halbuki o nötr imiş.
Yazar birinci iddiasını açıklarken şöyle diyor: Oysa "zâhir"in delaleti her zaman "açık" olmaz. Hatta zahirin delaletinin uygun şekillerde tevil edilmesini gerekli kılan durumlar vardır. Kelamın zahiri her zaman kasd-ı mütekellimi vermez.
1964 yılında Fıkıh Usulü kitabı yazdığım için çok şükür "zahir, nas, müfesser, muhkem, hafi, müşkil, mücmel, müteşabih" gibi terimlerin manalarını elli yıldır biliyorum. Buna göre asıl yanlış söyleyen yazardır; çünkü a) Zahirin delaleti her zaman açık olur, ancak tevile ve neshe de açık bulunur. Açık olmayana hafî derler. Zahirin özelliği manasında biri kuvvetli, diğeri zayıf iki ihtimalin bulunmasıdır. Kuvvetli olan mana açıktır, bunu bırakıp da zayıf olana gitmek için mucib sebepler bulunmalıdır. Alimlerin yaptığı, Muaviye hakkında nakledilen ve tarihçe sabit olan fiilleri ifade eden ibarelerin tevili değildir; o ibareler neyi söylüyorsa açıkça söylüyor ve alimler de onu tevil etmiyorlar. Ama o ifadelerden -ibaresinden değil, işaretinden- o filleri işleyenin fasık ve sapkın (dâll) olması sonucu çıkıyor ve alimler işte bu işari sonucu tevil ediyor ve ictihad formülü ile üstünü örtüyorlar.
Teftâzânî'nin Muaviye konusunda nötr olmadığını gösteren delillere gelelim:
"çünkü her sahâbî masum (günahsız ve günah işleyemez) değildir ve Peygamber'i (s.a.) gören, ona ulaşan herkes hayırlı (iyi) değildir..." diyor.
Haklarında kötü düşünülmesin diye tevile gidilen sahabeyi "özellikle muhacirler, ensar ve cennetle müjdelenmiş olanlar" diye tahsis ediyor.
Peygamberimiz'den (s.a.) "Benden sonra hilafet otuz yıldır, sonra ısıran, can yakan saltanata dönüşecek" hadisini naklettikten sonra "adûd" kelimesini "sanki onlar ısırıp can yakarlar: yani idare edilenlere zulmederler" (C. 5, s. 266) diye açıklıyor ve arkasından da bu otuz yılın Hz. Ali ile sona erdiğini söylüyor. Bunun manası, ondan sonra gelen Muaviye'nin zulmettiğidir.
Teftâzânî'nin şu sözleri benim söylediğimden daha şiddetlidir: "Muaviye Ömer zamanında da Şam valisi idi. Mezhebe göre meşru yönetime isyan eden (bâğî) fasık değildir. Bâğînin fasık olduğu kabul edilse bile bu (Muaviye'nin durumu) Ali (Allah ondan razı olsun) zamanında ortaya çıktı (C.5, s. 285)"
Allah her yaptığımızdan bizi sorumlu tutuyor, kalem oynatırken de bunu unutmayalım.
Bir de şunu söyleyeceğim: Dini ve Ehl-i sünneti istismar ederek gönüllerimize hakim olmak isteyen, sevmeye mecbur olmadıklarımızı sevmeye zorlayanların şerrinden Allah bu ümmeti korusun! Allah zalimleri sevmiyor, zalimleri sevenler, Allah'ın sevmediklerini sevmiş oluyorlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.