Gazete ile darp etme suçu
Üniversite öğrencisi iken savcı ve hâkim karşısına çıkmışlığım vardı. Mahkemeye çıkmak, bizim için lise yıllarında başımıza geldiği üzere disipline gönderilmekten farksızdı.
O yüzden sorguda veya duruşmada, mahkeme yüzü kadar soğuk bakan yargıçlara aynı soğuklukta karşılıklar verirdik. 12 Eylül'den sonra Mamak'ta durum bütünüyle değişti. Ağır işkencelerden sonra savcının veya sorgu hâkiminin karşısına çıkmak, kurtuluş demekti. Askerî cezaevinde üç hafta geçirdikten sonra, ilk defa savcı karşısına çıktığımda bir özgürlük sarhoşluğu yaşamıştım. Aylardan nisandı. Pencereden baharın kokusu geliyordu. Dışarıda bir salkım söğüdün dalları rüzgârda hafif hafif sallanıyordu. Savcı ile ne konuştuğumuza dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Aklımda kalan, sadece söğüt yapraklarının o büyüleyici yeşil rengi ve nazlı nazlı oynayışı.
İnsanın özgürlüğünden mahrum bırakılması çok ağır bir ceza. Gündelik hayatta önem verdiğiniz, peşinden nefes nefese koşturduğunuz her şey anlamını kaybediyor. Hayat tek amaca indirgeniyor: Yeniden özgürlüğe kavuşmak.
Tam da gazetecilerin tutuklandığı perşembe günü basın özgürlüğünü ilgilendiren bir davadan dolayı, sanık olarak mahkemeye çıktım. Anayasa Mahkemesi'nde bugünkü BDP'nin selefi olan DTP için kapatma davası devam ederken yazdığım bir yazıdan dolayı. Yazının başlığı 'Anayasa Mahkemesi PKK'yı kapatabilir mi?' sorusuydu. Ana fikir, DTP'nin kapatılmasının Kürt sorununda illegaliteyi artıracağı endişesi idi. Bu yazıdan dolayı yargılanma sebebim ise TCK'nın 277. maddesi uyarınca 'yargı görevini yapanı etkileme' suçuydu. Benim yazımın bir suç olmadığını, siyasal hukuku uygulayan Anayasa Mahkemesi'nin kararına gerekçe olarak kullanabileceği bir analiz olduğunu söyleyerek kendimi savundum. Neyse, beraat ettim.
Türkiye'de basın özgürlüğü ile ilgili çok ciddi sıkıntılar var. Ancak Oda TV etrafında dönen ve protestolara gerekçe olan tutuklamaların, basın özgürlüğü ile yakından uzaktan hiçbir ilişkisi yok. Basının, fikrin, haberin ve özgürlüğün itibarını korumak adına söylüyorum: Kimse basın özgürlüğünün arkasına saklanmasın.
Savcıların topladığı suç delillerinin neler olduğunu, yargıçların tutuklama gerekçelerini bilmiyoruz. Ama isnat edilen suçlardan hiçbiri 'basın özgürlüğü' kapsamına girmiyor.
14. yıldönümü münasebetiyle yazdığı yazıda Serdar Turgut, 28 Şubat'ın sorumlusunun medya olduğunu söylüyor. Artık netleşti: 28 Şubat bir medya operasyonu olarak planlandı ve icra edildi. Asker sadece öcü gibi öne sürülüp kullanıldı. 28 Şubat'ın failleri gazete patronları ve yöneticileri idi. 28 Şubat'ı yapanlar yargılanacaksa, önce gazete yöneticilerinden başlamamız gerekmez mi?
Basının darbe planlama, darbe kumpasları yapma, darbe şartlarını olgunlaştırma amacıyla bireysel hakları ihlal etmesi basın özgürlüğü olamaz. Bu işlere bulaşan kim olursa olsun, kulağından tutulup mahkemeye çıkartılır. Temel insan hakları ve hukuk düzeni başka türlü sürdürülemez.
Savcı ve hâkimlerin elinde, özgürlükten yoksun bırakmak çok ezici yetkiler var.. Ama aynı savcı ve hâkimlerin işlerini yaparken kendi bireysel haklarını savunma güçleri çok zayıf. Herkes her şeyi söylüyor. Sadece savcılar ve hâkimler konuşup kendilerini ve kararlarını savunamıyor. Hukuk düzeni, hâkimlerin hatadan noksan olmasına dayanmaz. Adalet sistemi, hata yapanı düzeltecek mekanizmalara sahiptir.
Savcılar ve hâkimler, Nedim Şener ve Ahmet Şık'ı tutuklarken kasten veya sehven doğru karar vermemiş olabilir. Hata, tutuklamaya itirazla düzeltilir. Ama hâkimler ve savcılar kanun maddelerini uygulayarak doğru karar vermişse ve meydanlara çıkıp ortalığı yıkan basın mensuplarının baskısına dayanamayıp doğru bildiklerinden vazgeçerlerse ne olur?
Basın özgürlüğü, hukuku işletmek için gerekli. Peki elinizdeki gücü, mahkemeye baskı için kullanmak? Darbe soruşturmasını basın özgürlüğü içine yerleştirip engellemeye kalkmanın neresi basın özgürlüğü?
Elinizdeki gazeteyi rulo haline getirip karşınızdakinin kafasına vura vura darp ediyorsunuz. Elinizdeki alet gazete olunca, darp fiili suç olmaktan çıkıyor mu?