“Mağlûbiyet İdeolojisini” Anlatan Kitap-1
Bazı siyasî partilerin 30’lı yıllardan kalma zihniyetleriyle millet karşısında “kadük” kaldığı ve Ankara ideolojisinin Türkiye’ye dar gelmeye başladığı şu günlerde vesayet rejiminin millete verdiği zararları anlamak için “Mağlûbiyet İdeolojisinin Sonu” adlı kitabı yeniden okuyorum.
Söz konusu kitap, Türkiye Yazarlar Birliği Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan’ın 2007 yılında yayınladığı değerli kitaplarından sadece biridir. Etrafı kalın duvarlarla örülü yakın tarihin surlarında gedik açmaya çalışan, Millî Mücadele hakkındaki resmî tarih bilgileri yerine, gerçeğini anlatan sahasında cesur bir kitap “Mağlûbiyet İdeolojisinin Sonu.”
D. Mehmet Doğan’ın Türkçe ustası ve üslûp sahibi olması, bahis konusu kitabın okunma lezzetini daha da artırmaktadır.
İstiklâl Savaşının açıklığa kavuşturulmayan yönleri, laik cumhuriyetin ilân ettirilişine giden dış baskıların ve cumhuriyetle başlayan “devrimlerin” dudak uçuklattıracak cephesi, Kemalizm’in iktidar gücünü elde ettikten sonra, Millî Mücadelenin en sıkı zamanlarında dâva arkadaşları olan, fakat cumhuriyetin ilkelerinde anlaşamadıkları muhalif paşalarla yapılan çekişmeler, ardından “muhaliflerin”, mertçe olmayan tasfiye edilişleri, başucumda tuttuğum bu kitapta “efradını câmi, ağyarını mâni” bir şekilde vuzuha kavuşturulmaktadır.
Halk Fırkası ile başlayan Tek Parti diktatörlüğünün “demokrasisiz” ve “halksız” bir cumhuriyeti nasıl yerleştirmeye çalıştığı, “Türklük” ve “kimlik” üzerinde yapılan içi boşaltılmış târiflerin yaşayan millet gerçekliğinden ne kadar uzak “kurgusal” târifler olduğu, laik cumhuriyet seçkinlerinin milletsiz bir faşist-ulusçu rejim özlemleri, ilk mecliste müderris, şeyh ve hocaefendi sıfatlı insanların İstiklâl Savaşına hizmetleri, Millî Mücadelenin Şeyh Senusî gibi dinî önderlerin vaazlarıyla, Hint ve Pakistan Müslümanlarının önemli nakdî ve diplomatik destekleriyle nasıl başarıyla neticelendiği, “izm” sansürüne tâbi olmadan işlenmektedir.
Kitabı okuyup bitirince, bugün hâlâ sosyal ve siyasî çatışmaların kaynağı olan meselelerin sebep ve çâreleri de tabiî olarak zihinlere çağrışım yapmaktadır.
Dünden sürüp gelen Altı Ok’lu vesayet cumhuriyetini, yani milletle uyumsuz oligarşik Ankara hegemonyasını bir rejim olarak dayatan laikçi-faşist CHP’nin kurucuları ve bunların hempalarının faaliyetlerini sarahatle öğrenmenin önemli bir kaynağıdır söz konusu kitap.
Esasında bu millete mensubiyet hisseden herkesin bilmesi gereken laikçi-cumhuriyet seçkinlerinin Tek Parti Döneminden kalma despot rejim ihtiraslarını açıklığa kavuşturuyor.
İlk Meclis’te başlayan “millet mi?”, yoksa Fransız menşeli “laik-ulus mu?” tartışmalarını, M. Kemal’in “kurtarıcı”, Vahdettin’in “hain” edilmesinin ideolojik arkaplânını cesurca ve sarahatle gün ışığına çıkarıyor yeniden okuduğum bu kitap.
M. Kemal’in “devlet kurucusu mu, yoksa “cumhuriyet kurucusu mu” olduğuna dair Kemalist solcu ve sağcı-Türkçü düşünceden tek satırlık bir açıklama göremeyen nesiller gerçeklerin kalbine inen bu kitaptaki izahları mutlaka okumalıdır.
Kitaba göre, M. Kemal’in devlet kurucusu değil, Osmanlı bakayası üzerine laik bir cumhuriyet rejiminin kurucusu olduğunu etraflıca öğreniyoruz.
KURTULUŞ SAVAŞI MI, MİLLÎ MÜCADELE Mİ?
“Yalanların peçesini sıyıran” bu kitap, “Millî Mücadele, Çılgın Türklerin değil, gâzi ve şehit Türklerin savaşı”dır diyerek ortalama bilgiye sahip toplumun bütün ezberlerini yerle bir ediyor.
Birçok sağduyulu insanımızın farkına varmadığı, ezberlerimizi bozan şu kısa izahat resmî tarih eğitiminin, kavramları ve hadiseleri zihinlerimize hiç de doğru yerleştirmediğini gösteriyor:
“1919-1923 arası dönem zamanında Millî Mücadele, Millî Mücahede, Millî Cidâl ve İstiklâl Harbi gibi isimlerle anılmıştır. Sonradan bu isimlendirmeler bir kenara bırakılarak Kurtuluş Savaşı adlandırması öne çıkarılmıştır.”
Donmuş zihinlerde şok tesiri yapıcı bu izahların devamı daha da ihatalı ve sarsıcı:
“Türkiye’nin 1918-1922 dönemi, ‘kurtuluş savaşı’ olarak adlandırılabilir mi? Sömürgeleştirilmiş ülkelere mahsus bu tarz bir mücadele veya savaş Türkiye’de cereyan etmiş midir? 1918’den sonra Türkiye sömürgeleştirilmemiş; fakat müstakilliği zedelenecek şekilde müdahalelere maruz kalmıştır. Bu yüzden İstiklâl Harbi adlandırması doğru bulunabilir. Müstakil olmak için yürütülen bu mücadele, Türkçe bakımından kusurlu, uydurma bağımsızlık kelimesi ile ifade edilmek istenirse, ‘Bağımsızlık Savaşı’ da denilebilir. Fakat Kurtuluş Savaşı deyimi gerçeğe tekabül eden bir adlandırma değildir.”
Dahası var; elimizdeki kitap vesayet rejiminin ve ideolojik yargıların yıkılıp huzura eremediği ülkemizdeki birçok probleme, hastalıklı hâle gelmiş kavram ve meselelere dipten neşter vuruyor.
Kitabın “Cehaleti Tahsil Etmek” başlığındaki uzunca iktibas ettiğimiz şu satırlar yüz elli yıldır zihin ve medeniyet travması geçiren Batıcı Türk aydınlarının günümüzdeki neslinin fikrinde ihtilâl yapar mı acaba? Yahut bu gerçekleri anlayacak bir idrâke sahip midirler? Bu ülkede İnkılâp Tarihi Dersleri’nin kurbanı olan en az üç neslin zihnî selâmeti için kitaptan şu satırları okuyalım:
“HER ŞEYİN CUMHURİYET’LE BAŞLADIĞI TEZİ”
“Her şeyin Cumhuriyet’le veya (...) başladığı tezi, yeni olmamakla beraber, tek parti iktidarının ve rejiminin hayli uzakta kaldığı 21. yüzyılda öne sürülmesi bir çağ yanılması(anakronizm) tesiri uyandırıyor. Türkiye’nin gündemine bir emekli subay derneğinin yöneticisinin beyanatı olarak giren, her şeyin Cumhuriyet’le başladığı, hatta ordunun Cumhuriyet’le kurulduğu görüşü fazla tartışılmadan unutulup gitti. Bu primitif, mantıktan, muhakemeden, akıl ilkelerinin sınamasından yoksun görüşlerin zaman zaman ortaya çıkması, inanç düzleminde, dogmatik bir tarzda savunulması, her şeyden önce Türkiye’nin yakın tarihinin çok az veya hiç bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki bu bilmeme, yani cehalet de tahsil ile elde edilmektedir! Bugünkü öğretim sisteminin belkemiği olan ideolojikleştirme, cahilleştirmeyi sistemli hâle getirmektedir. Türkiye’de ilköğretimden yüksek öğretimin sonuna kadar okutulan inkılâp tarihi dersleri, kapsadığı dönemin gerçek anlamda bilinmesi yerine, hurafevî bir şekilde öğretilerek bilinmemesini sağlıyor. Bu yüzden, çok yüksek bürokratik ve hatta ilmî mevkilere yükselmiş kişiler dahi böylesine cahilane görüşler ortaya atabiliyor.”
Kemalist tarih tezinin ilkokuldan üniversiteye kadar yaptığı bir çarpıtma da şu satırlarla anlatılıyor: “Mustafa Kemal Paşa’nın sırf kendi kararıyla Samsun’a çıktığı veya padişahı kandırarak –atlatarak- Anadolu’ya geçtiği, İngilizlerin durumdan haberdar olmadığı, olsa engel olacağı gibi ucuzundan kovalamacalı ‘Bandırma Vapuru’ senaryoları gerçekmişcesine piyasa sürülmüştür.”
Kitabın da belirttiği gibi, asla ve kat’a böyle bir hadise yok. Bütünüyle yalan ve ideolojik bir kurmaca. Oysa, M. Kemal, Vahdettin’le görüşmüş, hattâ önceden onun ahbaplığını kazanmış. Ona, “kulları Mustafa imzası ile bağlı olduğunu” bildiren birkaç mektubu mevcuttur. Erbabı bilir ki, bu konu bütün veçhesiyle açıklığa kavuşmuş apayrı bir mevzudur.
Not: Habervaktim’in muhterem yazarı M. Emin Parlaktürk Hocanın vefat eden babasına Allah’tan (c.c) rahmet diliyor, taziyelerimi bildiriyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.