Müttefiklerimizi tanıyalım
Filistin, Afganistan ve Irak işgallerinden sonra, Batı âlemi gözünü bizim eski Trablusgarp (Libya) Vilayeti’ne dikmiş gözüküyor...
Onlar pek tabii “kurtarıcı” olarak geldiklerini söylüyorlar. Oysa bunun “işgal” anlamına geldiğini artık çocuklar bile biliyor.
Türkiye, Fransa’nın öncülüğünde başlayan işgal harekâtını “insani yardım” çerçevesine oturtabilmek için çırpınıyor.
İşimiz zor: Zira durum tamı tamına “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumu...
Bir tarafımızda Libya ile tarihsel ilişkilerimiz, bir tarafımızda Batılı güçlerle ittifakımızdan doğan yükümlülüklerimiz...
Tamı tamına “iki arada bir derede” kaldık...
Ancak bu, “iki arada bir derede” kalışımızın ilki değil: 1948’de İsrail Devleti’nin kuruluşu aşamasında da benzer bir açmaza düşmüş, çaresizlik içinde İsrail’in kuruluşunu desteklemiştik.
Bir süre sonra da Cezayirlilere karşı Fransız tezini destekledik. Gerekçemiz yine “Batı ittifakı” içinde olmanın mecburiyetleriydi.
Düşünün: Fransa’nın Cezayir’i işgali 1827’de başladı. Bu tarihte Cezayir, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir eyalet durumundadır ve başında aslen İzmirli olan Dayı Hüseyin Paşa bulunmaktadır. Fakat zayıflayan Osmanlı’nın Fransa’yı durduracak gücü yoktur.
Başta İngiltere olmak üzere Batı dünyasının desteği sayesinde Fransa işgali tamamladı (1830). Ardından topraklarına “ilhak” etti. Yani Paris’le Cezayir arasında hiçbir fark kalmadı.
Fransa, 1962’ye kadar, aşağı yukarı 130 yıldan fazla Cezayir’de kaldı. Bu süre içinde Cezayir halkını topyekûn asimile etmeye çalıştı. Tarih kitaplarını kendine göre kaleme aldı. Bu kitaplarda Cezayirlilerin Fransız soyundan geldiği ispatlanmaya çalışıldı: “Atalarınız Galyalılar uzun boylu, sarışın, mavi gözlü insanlardı” denildi.
Zaman içinde Cezayir halkı Arapça yerine Fransızca konuşmaya başladı.
Buna rağmen benliklerini tümüyle unutmadılar. Cezayir halkı zaman zaman örgütlenip işgalci Fransa ile savaştı...
Cezayirli vatanseverlerin özgürlük mücadelesi esnasında Fransızlar en acımasız yüzlerini gösterdiler: 1954-1962 yılları arasında bir buçuk milyon Cezayirliyi katlettiler.
Cezayir’in sürüp giden bağımsızlık savaşına Adnan Menderes Hükümetleri gizlice silah desteği sağlasalar da resmi plâtformlarda Fransa’nın yanında yer almak zorunda kaldılar. Bu bir çelişki idi, ancak Türkiye’nin NATO içinde yer alması, böyle bir çelişkiyi zorunlu kılıyordu.
Bu yüzden Türkiye, Kahire’de kuruluşunu ilan eden Geçici Cezayir Hükümeti’ni resmen tanımadı.
Aradan yıllar geçti. Cezayir’de kan durmadı. Geçen yıllar içinde Batı’nın Afrika’daki bazı sömürgeleri özgürleşti. Böyle bir dünyada Fransa, Cezayir’i daha fazla sömüremezdi. Çünkü dünyada Cezayir lehine bir hava meydana gelmiş, Fransa gitgide sıkışmaya başlamıştı.
Bunu gören De Gaulle, 16 Eylül 1959’da Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmada Cezayir halkına kendi geleceğini belirleme hakkı tanınacağını açıklamak zorunda kaldı. Nihayet 14 Haziran 1960’da, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın önderleriyle görüşme masasına oturmaya hazır olduğunu açıkladı. On gün sonra da (25 Haziran 1960) Fransa’nın Melun şehrinde görüşmeler başladı.
Ama sonuç çıkmadı. Çünkü Fransa bir ayağını Cezayir’den çekmiyordu. Buna razı olmayan direnişçiler yeniden mücadeleye girdiler. Bunun sonucu olarak Fransa, ilk görüşmeden yaklaşık bir yıl sonra görüşmeleri tekrar başlattı (20 Mayıs 1961).
Bu kez anlaşma sağlandı (18 Mart 1962). Anlaşmaya göre, bir referandum yapılacak, halkın onaylaması şartıyla Fransa, Cezayir’in bağımsızlığını tanıyacaktı.
Yapılan referandumda (1 Temmuz 1962) halkın yüzde 91’i bağımsızlık lehinde oy kullanınca Cezayir’in bağımsızlığı sağlanmış oldu. Fransa Messu’l-Kebir’de bulunan deniz üssü haricinde tüm askeri güçlerini üç yıl içinde geri çekti.
Ne var ki, elini hiçbir zaman çekmedi.
Şimdi de Libya kanalından eski sömürgesine ulaşmaya çalışıyor.
Ve biz bu Fransa ile birlikte hareket ediyoruz. Ne talihsiz bir durum!
Bir gün de Tunus’a bakalım...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.