Koku kültürü 2
Önceki yazımızda dedik ya dostlarım, Avrupa insanının yıkanmayı “günah” saydığı yıllarda, Osmanlı insanı, şehirleri hamamlarla donatıyor, haftada birkaç kez yıkanıyordu...
Sonunda yıkanmamaktan kaynaklanan dayanılmaz vücut kokusunu gidermek için Fransızlar parfümü icat ettiler...
Malum: Her icat bir ihtiyaçtan doğar...
Yıkanmamaktan kaynaklanan kötü kokuları giderme ihtiyacının ürünü de parfüm oldu: Fransızlar parfümü icat ettiler...
Fakat saraylardaki ve evlerdeki kötü kokularla nasıl baş edeceklerdi?
Çünkü Fransız Sarayı, dayanılmaz derecede kötü kokuyordu. Neden derseniz, Osmanlıların evlerde, saraylarda tuvalet yaptıkları tarihten yüz yıl sonra bile, sıradan evler şöyle dursun, Avrupa saraylarında bile tuvalet yoktu.
İhtiyaç, leğenler vasıtasıyla (kralların-imparatorların leğenlerinin altından olduğunu söylemeye sanırım gerek yoktur) gideriliyordu. Sonra bu leğenler hizmetçiler tarafından sarayın penceresinden sokağa boşaltıyordu. Pisliğin kafalarına dökülmesinden korunmak isteyen Fransızlar ise saray bahçesinde semsiye ile dolaşmak zorunda kalıyordu.
Kaçınılmaz olarak da sarayları koku götürüyordu...
Dolayısıyla öğleden önce saraya hiçbir elçi kabul edilmiyordu. Ancak tüm pencereler açılıp ortam iyice havalandırıldıktan sonra, elçi kabulüne başlanıyordu.
Bu ihtiyaç da oda spreyinin icadını getirdi.
Tuvaletsiz evlerde olması kaçınılmaz pis kokuyu gidermek için de daha sonra oda spreyini buldular...
Dedik ya: Her icat bir ihtiyaçtan doğar...
Bizim böyle suni kokulara ihtiyacımız yoktu: Çünkü bir “temizlik” ve “tuvalet” kültürüne sahiptik. Hatta Osmanlı sarayı ile evler zaman zaman gülsuyu ile yıkanıyor, güzel koku veren buhurdanlar yakılarak mekânın güzel kokması sağlanıyordu.
Ağız kokusunun giderilmesi için de her abdestte dişler “misvak”lanıyordu.
O kadar ki, “güzel koku sanatı” diyebileceğimiz bir “sanat” ortaya çıkmıştı. Vücudu ovmak için, saçlara sürmek için, elbiseleri buharına tutmak için, evlerde yakmak için güzel kokan nesneler imal edilip çarşı-pazarda satılıyordu.
Camiler de zaman zaman gülsuyu ile yıkanıyordu...
Cuma günlerinde ve teravihte kokulu ağaçlar yakılarak camilerin güzel kokması sağlanıyordu (şimdilerde çorap ve ter kokması neden?).
Her misafir, hatta yabancı devlet elçileri, gülsuyu ve buhur ikramıyla karşılanırdı. Mevlid, mukabele, hac karşılaması ve her türlü toplantıda gülsuyu ikram etmek âdettendi (bu güzel âdet çok şükür bazı bölgelerimizde [mesela Isparta’da] hâlâ yaşıyor).
Osmanlı hem güle çok değer verirdi hem de gülsuyuna...
Çünkü “her gül Muhammed kokar”dı ve her Muhammed’den Allah’a gidilirdi. Bu yüzden güle kudsiyet bile izafe edilir, bu çerçevede kitaplar lâle-gül motifleriyle süslenir, güle ilişkin çeşitli menkıbeler anlatılırdı. Bu yüzden yeme-içme ile tıpta bile gül-gülsuyu kullanılırdı.
Meselâ: Güllaç, su muhallebisi, güllabiye gibi tatlılarla bazı şerbet çeşitlerinin (ki çoğunu maalesef kaybederek yabanın “cola”sına kaldık) vaz geçilmeziydi gülsuyu.
Ayrıca bazı cilt ve göz hastalıklarına karşı gülyağının ilaç olarak kullanıldığını da eski kaynaklarımızda okuyoruz.
Dahası da var: Kur’an-ı Kerim yazan hattatlarımız, kullandıkları mürekkebi misk ve amberle karıştırır, Kur’an-ı Kerim’in güzel kokmasını sağlarlardı. Eski el yazmalarında bu enfes koku hâlâ hissedilir.
Hatırlayalım: Pek çok tarihçinin dudak büktüğü, benim ise saygıyla karşıladığım bir devir, Osmanlı tarihine “Lâle Devri” olarak geçti...
O tarihte, İstanbul başta olmak üzere Osmanlı şehirleri gelinler gibi süslendi. Düşünün ki dostlarım; İstanbul’un lâlelerle süslendiği yüzyılda, Avrupa, “peyzaj kültürü”nden habersiz yaşıyordu.
“Koku kültürü”nden de tabii...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.