Askerî siyasetin yıkımı
ünlü savaş stratejisyeni Clausewitz, "Bütün generaller aptaldır." demişti ve verdiği bu hükmü şöyle açıklamıştı: "Binlerce insanı savaş meydanında ölüme sürmek için aptal olmak gerekir."
Belki bu hükmü, "aptallık" kelimesini, "taş kalpli", "acımasız" gibi deyimlerle değiştirerek düzeltmemiz gerekir. Sözün amacı ortada: Askerlik bir yıkım mesleği. Yakacaksınız, yok edeceksiniz ve düşmanı yeneceksiniz. II. Dünya Savaşı'nda Sovyet Cephesi'nde Alman ordularının önlerine çıkan bataklığı kendi askerlerini feda ederek doldurmaları ve kendi cesetleri üzerlerine basa basa karşıya geçmelerinden bahsederken, bir askerin vereceği normal tepki "peki işe yaradı mı?" olacaktır. öyle ya, hiçbir mazeret alacağınız yenilginin yerini tutamayacaktır.
Evet askerlik bir yıkım mesleği. Clausewitz'in açtığı çığırdan ilerleyen modern stratejistler, bu yıkımı çoğaltacak yollar aradılar. İnsan da dahil bütün kaynakların dahil edildiği "topyekün savaş" kavramı, aklınıza gelebilecek her aracı savaş için seferber ederken yıkımı da ulaşabileceği en uç noktalara taşıdı. Bizim 27 Mayıs 1960'la birlikte başlayan askerî darbe tarihimizin, bir taraftan da toplumsal-ekonomik yıkım tarihi olması, bu genel tablonun sadece bir parçası.
27 Mayıs darbesi ile başlayan ve 61 ve 82 anayasaları ile kurumlaşan demokratik yönetimler üzerindeki askerî vesayet, silahlı gücü elinde bulunduranların devlet iktidarından pay almalarından ibaret kalmadı. Askerî vesayet, yıkıma odaklı bir siyaseti egemen kılarak Türkiye'nin toplumsal barışını engelledi. Ekonomik fırsatların heder edilmesine yol açtı. Askerlerin ağızlarını açtıkları zaman çevremizi saran düşmanlardan bahsetmeleri, iktidar sermayesi olarak korkuları kışkırtmaları aslında bu yıkımın masum görünen boyutundan başka bir şey değil. Kötü tarafı ise korkular yeterli görünmeyince bilfiil icra edilmesi. Türkiye'nin 60 sonlarında ve 70'li yıllarda girdiği siyasal şiddet sarmalının arkasında bu yıkım duruyordu. Türkiye, Kürt sorununa bu askerî siyasetin yıkıcı perspektifiyle yaklaşmasaydı bugün çok farklı bir noktada olabilirdik.
Siyaseti dar duvarlar arasına mahkûm eden kısırlığın kaynağında da askerî siyasetin, gerginlik ve korkuya yaslanan mantığı duruyor. CHP lideri Baykal, siyasetin gündemlerine, askerî siyasetin gölgesinde savaş yürütmek şeklinde yaklaşınca ortaya gerginlik çıkıyor. Askerî tekniklerle yürüyen parti rekabeti, siyaseti çözüm alanı olmaktan çıkartıyor. Dost ve düşman kuvvetler arasındaki acımasız savaşta size sadece safınızı belirlemek kalıyor. Medya, ürettiği ve manşete taşıdığı haberleri, tahrip gücüne, düşman üzerinde yaratacağı yılgınlığa ve dostlara vereceği ilhama göre seçiyor. Hürriyet'in geçtiğimiz hafta attığı "Bir kadeh rakıya yasak" başlığı, bu askerî siyaset içinde bir yere yerleştirilince anlam kazanıyor. Dün, Ertuğrul özkök, bu manşet için kendi lisanınca özür diledi ama bu özür, "laikyaşambiçimi"ni benimsemiş olanlar üzerinde bu haberin oluşturduğu endişeyi ortadan kaldırmaya yetmedi.
"Hangi taraftansınız?", "Dost mu yoksa düşman mısınız?", "Biz(ler, yani dost kuvvetler)...kaç kişiyiz?" soruları, bu askerî vesayetin siyasete kazıdığı kötü alışkanlıklardan başka bir şey değil. "AB bize dost mu, düşman mı?" sorusunda kalmak, askerî siyaset için elzem; ama bu soruyu geçemeyip, dünyanın size sunduğu imkân ve fırsatlara gözlerinizi kapattığınız zaman olduğunuz yerde saymaktan başka şansınız yok.
Anayasa Mahkemesi raportörü Doç. Osman Can'ın anayasa değişikliklerine CHP ve DSP'nin yaptığı itirazı değerlendiren raporu, zengin bir hukuk birikimini yansıtıyor. Bu raporun dost ve düşman kuvvetlerin atış menzilinin dışında tutulması, Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu hukuku korumak için şart. Anayasa Mahkemesi'nde bir dava görülüyor; bir savaş değil.
Türkiye, 14 Mart 2008 tarihinde, askerî siyasete göre oluşturulmuş bir yıkım savaşına doğru zorla sürükleniyor. Doğru olan, bu askerî siyaset mantığını reddederek, demokrasi ve hukukun çoğul ve medenî zemininde kalmak. Savaşın yıkımına direnmenin yolu, barışın güçlenmesi.