Gülmeyen Sultan: Selahaddin Eyyûbi
Yıllar önce hayatını romanlaştırıp yayınlamış (Nesil Yayınları, 444 24 14) biri olarak söylemeliyim ki, “Eyyubîler Devleti”ni kuran meşhur cihangir Selahaddin Eyyûbi tartışmasız büyük bir cihangirdi.
Ama onu tarih içinde devleştirip tüm yöneticilerin ondan ilham almasını gerektiren yönü cihangirliği değil, imanî, vicdanî ve ahlâkî meziyetleriydi. Özetle, insanlığıydı.
Özellikle Mısır fethinden sonra kendini idrak etti; tarihçi Len Paul’un deyişiyle, bir anlamda içine yürüdü. Varlık sebebini keşfe çıktı ve cihangirliğinin örtemediği acziyetini kavradı. Asıl o zaman “Salâhüddin” (iyi dindar) oldu.
Tarihçi Len Paul cihangirin özelliklerini şöyle sayıyor:
¥ Çok dindardı;
¥ Çok müsamahakârdı;
¥ İnsanların hakkına-hukukuna riayetkârdı;
¥ Sevgi dolu bir yürek taşıyordu ve sevgisi herkesi kapsıyordu;
¥ Dünya zevklerine düşkün değildi: Gösterişten nefret ederdi. Sade giyinir, çadırda otururdu;
¥ İnandığı gibi düşünür, düşündüğü gibi yaşardı;
¥ Çok okur, çok dinler, çok düşünürdü;
¥ İkiyüzlülük yapmaz, evinde ayrı, dışarıda ayrı bir hayat yaşamazdı;
¥ Âdildi, affediciydi, yumuşak huyluydu, mertti, cömertti, dürüsttü, sabırlıydı ve cesurdu.
Kısacası, “kâmil insan” dendiğinde aklımıza gelen meziyetlerin çoğuna sahipti.
Cihad uğruna sarayları terk edip derme-çatma bir çadırda yaşamaya katlanmıştı (Kaddafi’nin süslü çadırı gibi değil tabii). Kimi tarihçilerin ifadesine göre, Sultan Selâhaddin, savaş anında bir saftan bir safa atının üstünde koşturur, askerleri yüreklendirir, bir taraftan da, “Yâ’lel İslam (İslam’a yardıma koşun!)” diye bağırırdı.
Halkı hayatı boyunca Selahaddin’den tek konuda şikâyetçi oldu: Hep asık suratlı oluşundan... Bir dönem şikâyetler o kadar arttı ki, bir cuma imamı, halkın sesine tercüman oldu: Hutbede, tebessümün faziletlerini anlattı. “Halkına karşı güler yüzlü olmayan idarecinin, halkından sevgi ve saygı bekleme hakkı yoktur.”
Sultan Selahaddin, bunu duyar duymaz imamın ziyaretine gitti: “Galiba beni kastettiniz?” dedi. Yönettiği ülkede hak-hukuk vardı. İmam hiç korkmadan, teklemeden “Evet” deyiverdi, “Sizi kastettim.”
Selahaddin Eyyûbi, derin bir iç çekişten sonra: “Hocam” diye konuştu, “Allah Resulü’nün Mi’rac’a çıktığı Mescid-i Aksa, Haçlıların elinde; Hz. Ömer’in emaneti Kudüs esir; bu durumda ben nasıl güleyim?” Ve hıçkırarak ağlamaya başladı.
Kuşkusuz bu samimi sadakati sebebiyle, Allah, Kudüs’ün fethini ona nasip etti. (Onun gibi sadık olursak... diye başlayan bir cümle kurmaya gerek bile görmüyorum).
O bir cihangirdi. Ama aynı zamanda şehirler kurup geliştiren bir imarcıydı. İlme değer verir, âlimleri yüceltirdi. “Bir tek namazımı bile cemaatsiz kılmadım” diyebilecek kadar da düzgün bir Müslüman’dı. Kur’an okumayı ve dinlemeyi çok sever, okurken ve dinlerken ağlardı. Kudüs’ün fethi esnasında mübarek beldede kan dökülmesin diye çok çaba sarf etti; bunu kısmen de başardı.
Tüm görevlerini en iyi şekilde yerine getirmeye çalışan Sultan Selâhaddin, mazlum Müslümanların yüzünü yıllar boyu güldürdü. İsteseydi göz kamaştırıcı saraylarda yaşayabilir, her anlamda keyfine bakabilirdi. Fakat o dünyada kalacak hiçbir şey istemedi. Yüzü ve yüreği ebediyete dönüktü. Ölüm anı da ibret oldu...
Şam’da ölüm döşeğindeyken, vasiyeti üzerine kefenini bir sırığın ucuna bayrak gibi bağladılar ve sokak sokak dolaştırdılar. Bir yandan da tellâllar şöyle bağırıyorlardı:
“Ey ahali! Bunca beldeler fethetmiş, krallara diz cöktürmüş Sultan Selahaddin’in son haline bakın ve ibret alın! İşte Selâhaddin’in son serveti: Sadece bir kefenle dünyadan gidiyor!”
Başbakan Sayın Erdoğan iktidar hırsıyla halkına zulmeden Arap liderlere işte bunu hatırlatıyor.
Sultan Selâhaddin’den hepimizin alması gereken önemli dersler var.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.