Geçmişe dair bir okuma
Mübarek Ramazan ayına girdik. Hamdü Sena Rabbimize olsun. Bir tanesine daha bizleri sağlık afiyet içerisinde ulaştırdı. Nicelerine daha iyi şartlarda defaatle erişmek duasıyla... 1990’lar, bu ülkede dindar-laik kesim arasındaki yarılmanın barizleşmesiyle tarihe damga vurdu. Bu dönemden önce hemen hemen herkes kendi kovuğunda rahattı denebilir tabiri caiz ise. Kimse kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaksızın gül gibi geçinip gidiyordu. İhtilalleri, anarşiyi bir kenara bırakarak söylüyorum tabii bunu. Hiyerarşik yapılanmada dindar kesim laiklerin küçümser tavır ve bakışları altında ezilirken içselleştirdiklerı protest tavırlarını farklı şekillerde ortaya koyuyorlardı. Ama yine de minimum enteraksiyonla iş oluruna bırakılıyor, herkes kendi dünyasında kendi dünyasını yaşıyordu. 90’lar itibariyle dindarların merkeze oturması din sorusunu da belki de daha doğru bir ifade ile sorununu da cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ikinci defa tekrar gündeme getirdi. Cumhuriyetin kuruluşunda dinin akıbetinin ne olacağı önemli kafaları meşgul eden önemli bir tartışma konusuydu. Doluya kondu olmadı, boşa kondu hiç olmadı,
sonunda bir dizi yaptırımla inkılaplar çerçevesinde malum konuma getirildi. Şimdi yine din gündemdeydi, bu sefer bir kavram olarak değil de onu yaşayanların görünürlüğü bağlamında. Şimdi ne oluyordu da bu dindarlar halk nezdinde bu kadar revaçta idiler... Neydi onları bu kadar atraktif kılan?.. Halkın rağbetinin temelinde yatan neydi?.. Bütün bu sorulara sosyal, siyasal ve kültürel anlamda birçok cevap üretilebilir. Ne alanda olursa olsun bunlardan bir tanesi laik kesimin dine mesafeli konumunu onyıllar boyunca sabit tutması ve bunu kendi için bir gurur vesilesi kılmasıdır da. Bir yazar hatırlarım, ülkemiz laiklerine getirdiği eleştiride sarkastik bir tonda bilmediği ve konu hakkında okumadığı ile övünen tek milletiz herhalde tesbitini. Bilmeyiz, okumayız ama fikir üretmeye ve din konusunda konuşmaya gelince kesmediğimiz ahkam yoktur değil mi?.. Bu arada devirilen çamlar, kırılan potlar da cabasıdır işin. Her ortamda bir Kur’anî tartışma vardır da bir defa olsun şöyle bir kapağı açılıp okunmamıştır, ne der ne emreder diye. Ama kalp temizliğinden dem vurularak başlanan buram buram Protestanlaştırma hevesler kokan sohbetler dindarlar arasından çıkabilecek kötü örneklerin abartılarla vurgulanmasıyla adeta siper olarak kullanılır, bakın biz dindar değiliz belki ama şu şu dindarlar gibi de şu günahları işlemiyoruz havasında. Sanki başkalarının yaptıkları yanlışlar birilerinin Allah katında görevlerini yapmaları gereğinden onları muaf kılıyor... Yapan da yapmayan da günah işleyen de işlemeyen de dindar veya dinden uzak kendisi için yapar, sonucuna bir türlü ulaşamadan.
90’lı yıllar itibariyle laik kesimde yaşanan şokla beraber (İslamcıların yükselişine bağlı olarak demek istiyorum) bir yeniden gözden geçirme de başladı. Bu kesimin farklı köşelerinden yapılan özeleştiriler tabii dini ‘bunlara’ bırakır mesafeli durursanız olacağı bu’na getirilen öz eleştiriler de seslendirilmeye başlandı. Bir süre sonra da din bile olsa, tamamdır bu kadar zamandır imtina ettik, küçümseme aracı olarak kullandık ama o da bizimdir anlayışı ile yeni perspektifler geliştirilmenin yolu tutuldu. Bir taraftan dinin en temel emri olan başörtüsüne karşı mücadele veriyorlardı mesela diğer taraftan da Ramazan’da Kur’an dağıtıyorlardı. Bir yandan Kurban bayramının hayvan haklarını devreye sokarak ‘vahşet’ olduğu imalarını yayıyorlardı diğer taraftan da Türk Hava Kurumu için deri toplama baskınlarını yürütüyorlardı. Böyle böyle geldik bu günlere. Devam edeceğiz inşallah...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.