Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Askeri darbelerin tarihi süreci

Askeri darbelerin tarihi süreci

Vaktiyle, “memleketi uçurumun kenarına getirdiğine” inanan genç subaylar, İttihad ve Terakki şemsiyesi altında birleşip önce Sultan Abdülhamid’i tahttan indirdiler (27 Nisan 1909). Onun gitmesiyle işlerin yoluna gireceğini, memleketin kurtulacağını sanıyorlardı.
Büyük bir hata yaptıklarını anlayınca, bu kez eski işbirlikçileri İttihad-Terakki’ye baş kaldırdılar. “Halaskâran-ı Zabitan=Kurtarıcı Subaylar” teşkilatını kurdular. Vatanı bu kez de İttihatçılardan kurtarmak için, dağlara çıktılar.
Osmanlı asırlarında, askerler, siyasete yüz on civarında müdahalede bulundu. Her müdahalenin arkasından istikrarsızlıklar ve krizler geldi. Fakat hezimeti kimse üstlenmedi, ortada kaldı.
Ne hikmetse müdahalelerin gerekçesi de birbirine benziyordu. Askerler hep “uçurumun kenarına gelmiş vatan”ı kurtarmaya geliyorlardı.
Bu anlamda “Halaskâran-ı Zabitan” grubunun yayınladığı gerekçelerle 27 Mayıs (1960), yahut 12 Mart (1971), 12 Eylül (1980), 28 Şubat (1997), nihayet 27 Nisan (2007) ve hatta son olarak Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun 21 Mayıs 2008 tarihli bildirisinde öne sürülen “gerekçeler”in, “amaç” olarak birbirinden farksız oldukları görülmektedir.
Amaç, kişisel tercihler sebebiyle hoşlarına gitmeyen yönetimi, milletin verdiği gücü ters istikamette kullanarak düşürmekten ibarettir!
Bazı subayların, gidişat iyi bile olsa, öteden beri ülkenin “uçurumun kenarına” geldiğini savunmaları ve “kurtarıcı”lığa sıvanmaları ilginçtir.
Osmanlı’dan bu yana, aşağı-yukarı yüz on kez “kurtarılmış” olan bu ülkenin hâlâ kurtarılmaya muhtaç olması öteki ilginç noktayı teşkil etmektedir.
Ayrıca, yüz on defa uçurumun kenarına gelen bir ülkenin darbelerin hemen arkasından kendini toplaması ve milletin darbelerle zedelenmiş siyasete destek vermesi fevkalade önemli bir husustur.
Bazı subaylar, (yani “Kurtarıcı Subaylar”) 14 Mayıs 1950’de yapılan ilk demokratik seçimde iktidara gelen Demokrat Parti’nin, iktidara geldiği gün itibariyle memleketi adım adım uçuruma götürdüğüne inanıp (bu inancın pekişmesi ezanın aslına döndürülmesidir) 27 Mayıs 1960’da bir darbe yaptılar.
Oysa memleket, tek parti dönemiyle kıyaslanamayacak kadar iyi durumdaydı. Siyaset ilk defa halka indirilmiş, devlet-millet ilişkileri tepeden inme direktifler yerine aşağıdan yukarıya ulaştırılan talepler ve dileklerle şekillenmeye başlamıştı. Kasaba ve köylerde zabıta, jandarma, özellikle de tahsildar korkusu dağılmış, tek parti döneminde sık sık başvurulan baskı ve yasadışı şiddetin yerini anlayış almıştı.
Ekonomik durum da iyiye gidiyordu. 1953-1954'te Türkiye, dünyanın sayılı hububat üreticisi ülkelerinden biri konumuna gelmişti. 1950'ye kadar yüksek yükleme ve boşaltma kapasitesine sahip modern limanlardan, barajlardan, santrallerden mahrum olan Türkiye, bu alanlarda büyük atılımlar yapıyordu. (1950'de devlet bütçesinden yatırımlara sadece 260 milyon TL ayrılabilmişken, 1960'ta bu miktar 2 milyar 260 milyon TL'ye çıkmıştı) Yatırımlar tabiatıyla millî gelire yansıdı: Türkiye’nin gayrisafi millî hasılası 1950 yılında 10 milyar TL iken, 1960'ta beş misli artarak 50 milyar TL'ye yaklaştı.
Bunun sonucu olarak köylünün ürünü, zenaatkârın emeği değerlendi, halkın refah seviyesi arttı ve yüzü gülmeye başladı. Kırsaldan şehre doğru bir nüfus akışı meydana geldi. Şehirlerimizin nüfusu bunun sonucu olarak hızla arttı. Şehirleşme hız kazandı. Ama muhalefet, tıpkı şimdi yaptığı gibi, işlerin çok kötü gittiğini, hattâ durumun ümitsiz olduğunu ilân ediyor, uygulanan ekonomi-politikaları mantık ve bilgiden nasipsiz bir şekilde eleştiriyordu.
İstanbul’da ve Ankara’da açılan yeni yollarla bulvarlar CHP yöneticilerini en çok kızdıran yatırımlardı. Bu kadar geniş yolları kafalarına sığdıramıyor, “Adnan Menderes bu yollara uçak indirecek” diye alay ediyorlardı. çimento fabrikalarını israf sayıyor, şeker fabrikalarının yapıldığı alanlarda pancar yetiştirilemeyeceğini iddia ediyor, dolayısıyla bu fabrikaların atıl kalacağını söylüyorlardı. Barajlar ve elektrik santralleri konusunda söylenenler ise akla ziyandı: CHP sözcüleri üretilecek elektriğin Türkiye’ye fazla geleceğini, bu fazlalığın toprağa verileceğini ve böylece israf edileceğini öne sürüyorlardı. Muhalefet sözcülerine göre, Başbakan Adnan Menderes “önünü görmek”ten âcizdi. “İrticayı yüreklendirme” dışında bir şey yapmıyordu.
İlk Yabancı Sermaye Kanunu 1954 ilkbaharında yürürlüğe girdi. Bu yüzden CHP Genel Başkanı İsmet Paşa (İnönü) Demokrat Parti iktidarını, “vatanı yabancılara satmak”la suçladı (CHP maalesef hâlâ aynı yerde).
Bütün bunlardan etkilenen bazı genç subaylar DP’yi darbeyle devirmeye karar verdiler. Onlar gördüklerine değil, CHP’nin sözcülerine inanıyorlardı. Onlara göre Türkiye, 1950'den beri yarı feodal bir sisteme girmişti. İktidarda derebeyler vardı! ülkede siyasi bir keşmekeş mevcuttu! Türkiye uçurumun kenarına getirilmişti! ülkeyi uçurumun kenarından “köhnemiş politikacılar” değil, “…Atatürk'ün projektör kafasının ışığını almış, Türkiye’yi tanıyan ve Batı görgülü yepyeni bir ekip” kurtarabilirdi. Bu amaçla cuntalar oluşturuldu.
Bazı subaylar “Halaskâran-ı Zabitan” sendromuyla “kurtarıcı”lığa soyunurken, Demokrat Parti iktidarı zirveyi tutmuş, 1954’de yapılan genel seçimlerde 503 milletvekili ile ezici bir zafer kazanmıştı. Cuntacıların gözdesi CHP ise yalnızca 31 milletvekili çıkarabilmişti.
Halktan umut kesenler cuntalara umut bağladı. “Halka rağmen halk için” (ya da Ergenekon) mantığıyla kimi askerlerle siviller el ele verip 27 Mayıs darbesini yaptılar (1960).
Kısacası Türkiye, tarihsel süreç içinde, “darbe”nin her türünü gördü; ama galiba “Hukuk Darbesi”ni ilk kez bu dönemde görüyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi