Güneydoğu’ya Seyahat- 5“Mardin Kapı Şen Olur”
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi öğrt. gör. İsmail Göktürk ve Pamukkale Üniversitesi öğrt. üyesi Mehmet Yılmaz dostlarımla “Güneydoğu’ya Seyahat” imizin üçüncü durağı olan Şehmusların diyarı Mardin’e gitmek üzere seher vaktinde yola düştük. Mehmet Yılmaz arkada uykulu bir hâlde, fakat yüzü hep güleçtir. Yolda dili açılır, bu fakire fikrî ve edebî zarflar atmadan duramaz. Medeniyet ve millet konusunda sorular sorar. Güneydoğu’nun kırılgan yapısının nasıl tamir edileceğine dair mevzu açar. Tabii, İsmail Göktürk’le birlikte bu “italik” sorular karşısında ciddî bir seminerci havasına girer, dipten başa anlatırız.
Bu fakirin sık acıkması ve kan şekerinin düşmesi sebebiyle arabamızda ekmek, peynir ve su daima bulunmaktadır. Ara öğünlerin yaklaştığı açlık krizlerimde İsmail Göktürk’ün direksiyon başında hem şefkatli, hem otoriter üslûbuyla “Mehmet, Ahmet Abiye çabucak peynir ekmek dürümü yapıver...” demesi nezdimde çok anlamlıdır. Mehmet Yılmaz’ın âdeta kırk yıllık lokantacı çevikliğiyle çeyrek ekmek arası peynir dürümünü nizamî şekilde kağıda dürüp “buyur abi...” deyişini hiç unutamam.
Yolun boş olmasıyla sabahın beş buçuğunda Sultan Şehmus Hazretlerinin Türbe ve Külliyesi’nin bulunduğu Atlıca Köyü sınırlarındayız. Seyahatimizin akil adamı İsmail Göktürk aynı zamanda şoförümüz olunca işler rayında gidiyor ve menzile çabuk varıyoruz. Onun cevvalliğiyle türbe ve külliyeyi çabucak bulduk. Asıl adı Şeyh Musa ez-Zulî olan Sultan Şehmus Hazretlerinin şeceresi Hz, Ömer (r.a)’e dayanmaktadır. Anadolu’da İslâm’ı kabul eden topluluklara dini vecibeleri öğretmek için Mekke’den Mardin’e gelip yerleşmiştir. Evi ve medresesinin kalıntıları hâlâ mevcut. Türbede oğlunun, torunlarının, halifelerinin, Artuklu Sultanı Sultan Mansur’un ve bâzı mübarek zâtların mezarları da bulunmaktadır. Duamızı ettik ve yola düştük.
Güneş bir mızrak boyu yükseldiğinde Eski Mardin’in yüksek yerinden şehre girişinde bir çayhane önünde durduk. Parke taş döşeli kıvrımlı sokaklarıyla sapsarı taşlardan oluşan kadim medeniyetler diyarı Eski Mardin’i görünce heyecanlandım. Dükkânlar daha açılmamıştı. Yine İsmail’in sayesinde bir fırın ve bir bakkal bulundu ve ekmek peynir alınarak çayhanede kahvaltı ettik. Sonra Eski Mardin’in en yüksek yeri olan, yani kalenin bir altındaki Zinciriye Medresesine huşu ile girdik.
Dokuz asırlık sapsarı taşlardan yapılmış, ecdâdın kokusunu duyduğum bir güzel mekâna duhul ediyordum. Medresesinin bünyesinde câmi, ders yapılan hücreler, odalar, ortada şadırvanı andırır bir havuz mevcut. Kaynak suyun akıp geldiği bölmeye yapılan ecdâdımızın çehresine benzeyen çeşmenin, çeşme önünde havuza giden taş oluktan akan suyun mânasının yaratılış, yani doğuş, dünya hayatı ve ahret çizgisini yansıttığını öğrendim. Medresenin kubbeleri, kabartmaları, nişleri ve kabartmalı kitabeleri düşüncelerimi alıp Artuklu zamanlarına götürdü. Dış kapı önündeki sofadan Artuklu ve Eyyübî tarzı minareleriyle bütün bir Eski Mardin görünüyordu.
Bir tepe üzerinde olan Eski Mardin’in sapsarı taş sokaklarından yavaş yavaş iniyordum. Asırların ruhunu taşıyan sokaklarda yitmek istiyordum. Yukarıdan aşağıya kıvrım kıvrım olan sokaklarda yürüyordum. Her yanım sapsarı asırların hâtırasını taşıyan taş medeniyeti. Yer taş, yanlar taş, dar sokakların üstü taş, yani her yer taş. Günlük hayatın her şeyini, acısını, sevincini, geleneğini, sesini, kimliğini taşlar anlatıyordu. Sokakların dilini anlamak için taşların hüviyetini bilip konuşmak gerekiyordu. Mardin insanının duygusunu, dilini, inancını, örfünü bu taşları tanıyıp öğrenebilirsiniz ancak. Taş, taş değil Eski Mardin’de. Aidiyetti, medeniyetti ve tarihti. Şehrin zâhir ve bâtınî değerlerinin tecessüm ettiği yer bu taş mekânlardı.
Üstü kapalı dar ve taş sokaklarda yürüyordum. Medeniyetlerin zaman tünelinde kaybolmak istedim. Bir parça yaşadım bu duyguyu. Gümüş işinin, yani telkârî sanatının dünyadaki tek merkezi Eski Mardin sokaklarında insanlar sakin, huzurlu ve işinde gücündeydi. Sıradan bir esnafın, atölyenin ve küçücük bir dükkânın dahi her tarafı asırları taşıyan kevgirli, kabartmalı, girintili, nişli, sütunlu, bezekli bir mimariye sahip taşlardandı. Ah, bu taşlar! Neler söylüyor neler, bu fakire. Bu taşların dilinde en az bin yılın hüznü vardı.
Mardin Ulu Câmii’in bulunduğu sokağa geldiğimde sağda bir Sahabe-i Kiram’ın var olduğunu hatırlattı İsmail Göktürk. Kitabeyi okumaya çalıştı. Kufî tarzı yazıdan okuduğu kadar, Halid Bin Velid zamanında gelip yerleşmiş bir sahabenin mezarıydı. Ulu Câmii’in asırların izini taşıyan büyükçe ahşap kapısı restore edildiği için kapalıydı. Kapıyı çaldık, kapıyı açan görevli ricamız üzere bizi içeri aldı. Her taraf iskeleydi. Görevlinin sarahatli anlatımı sayesinde câmii tanıyıp, ecdâdımızın İ’lâ-yı Kelimetullah üzere her yeri nasıl da İslâmlaştırdığını yâd ettik. Ulu Câmii’de de Zinciriye Medresesi’ndeki gibi ortadaki havuza gelen suyun aktığı bölümde yine ecdâdımızın çehresine benzer bir taş çeşmeden akan su taş oluktan havuza akıyor. Mânasının yaratılış, yani doğuş, dünya hayatı ve ahrete dönüş süreci olduğunu anlatan görevliyi dinlerken duygulandım. Sade bir insanın mekân şuuruna ve câmideki bölümlerin anlamını irfanî dille anlatışına imrendim ve resmî görüşün müsteşrik kafalı laikçi akademisyenlerin bu mânayı kavrayamayışlarına kahrettim.
Üstü açık çarşıya çıktığımızda her yörede bereketli talebeleri olan İsmail Göktürk’ün Mardinli talebesi Şehmus Kaya’nın bizi beklediğini görünce sevindik. Kasımiye Medresesi’ni ve Deyr-u Zaferan Kilisesi’ni görmeye zaman kalmadı. Bu sırada Şehmus Kaya ısrarla yolumuz üzerinde bulunan beldesine misafir olmamızı istedi.
Beldeye vardığımızda bütün aile efradı bizi bekliyor. Vaktin hayli kıt olduğunu söyleyerek kısa bir süre bahçenin ortasındaki evin asmalı avlusunda oturup çaylarını içip muhabbet ettik. Bu güzel insanlar Arap kökenli milletdaşımızdı. Biz ise Maraşlı İslâmlardan, yani Türklerdendik. Ortak yanımız Müslüman ve Osmanlı bakayası Müslüman Türk devletinin fertleri oluşumuzdu. Türk, Kürt, Arap olarak Türkiye’nin bekâsı olan “Hakk’a tapan millet” anlayışını şiar edişimizdi. Ne ulusalcı Türkçülüğün, ne de PKK ve BDP’li Kürtçülüğün, muhabbet eden bu farklı şehirlerin insanlarının nezdinde hiçbir sosyo-kültürel değeri yoktu. Öz be öz akraba gibi sarılıp veda ettik.
“İDEOLOJİK BİR ŞEHİR” ŞIRNAK’A HAREKET
İstikametimiz Şırnak’tı. Çeyrek asırdır PKK’nın şuuraltımıza yerleştirdiği intiba ile ürkütücü bir diyara gidiyorduk. İsmail Göktürk’ün ifadesiyle “İdeolojik bir şehir” di. Yollar sakindi. Türbe ve ziyaretgâhlarıyla mübareklerin tasarrufuna mazhar olmuş Cizre’yi çok görmek istememe rağmen vakit darlığından ilçenin ortasından akıp giden Dicle Irmağı üzerindeki köprüden geçerken etrafa İslâm ecdâdımızın bu topraklar üstündeki tasarruflarının hakkıyla bakıp geçtim. Dicle Irmağı’nın akıp geldiği yönde seyr hâlindeydik. Sarp dağlar ve vadiler mıntıkasına giriyorduk.
Şırnak’a yaklaşırken, İsmail Göktürk Şırnak Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olan hemşehrimiz ve gönüldaşımız Hüseyin Aksu’ya telefon ederek gelmek üzere olduğumuzu bildirdi. Hüseyin Aksu ise, Şırnak’ın girişindeki caddeyi BDP’lilerin protesto mitingi için kapattıklarını, ellerinde yakıcı maytapların bulunduğunu ve geçen araçların üzerine atabileceklerini, eğer miting dağılmamışsa geride beklememizi yahut hızla geçip şehir merkezindeki Kalkınma Ajansı binasının önünde beklememizi öğütledi.
Mübarek zâtların ayağı değmemiş, tarihî hüviyeti olmayan bu şehre girdiğimizde BDP’nin mitingi dağılmıştı. Şırnak toplantısında kuruluş temsilcilerinden BDP’li Belediye temsilcisiyle İsmail Göktürk arasında kısa bir polemik yaşandı. İsmail Göktürk haklıydı ve bu temsilcinin konu dışına çıkarak siyasî ve ideolojik bir üslûp kullanmasına kızarak sadede gelmesini söyledi ve temsilci toplantıyı terk etti. Toplantıda Sosyal Hizmetler Müdürlüğünün temsilcisi olan, iki de bir “ben sosyologum” deyip ilgisiz konular açarak çok konuşan kişiye bu fakir müdahale etti ve ardından İsmail Göktürk’ün izahlarıyla mesele kapandı.
Şırnak, Namaz Dağları yamacında kurulu geceleri serin olan bir şehirdir. Güneyindeki Cudi Dağı, PKK’nın oluşturduğu menfî imajıyla hemen karşımızdaydı. Batı-kuzeyinde ise yine PKK’nın bıraktığı imajıyla Gabar Dağları sert ve yalçın görünüşüyle Siirt yoluna doğru uzanıyordu. Hüseyin Aksu’nun, meslektaşlarıyla ortak kullandığı eve yerleştik. Şekerim düşmüş, açlık krizine girmiştim. Kadere bakın ki, evde ekmek ve hazır bir yiyecek yok. Kimse duymadan Hüseyin Aksu’ya çok acele ekmek ve bir şeyler almasını söyledim. O güzel dostun getirdiklerini hane halkıyla birlikte tanışarak yedik.
İsmail Göktürk’ün yine ateşi çıkmıştı. Rahatsızlığını beyan ederek akşamdan yatıp sabahleyin dinç olarak kalktı. Mehmet Yılmaz, Hüseyin Aksu’nun da katkısıyla notlarını bilgisayara aktarmakla meşguldü. Bu fakir ise, Cudi Dağı’na bakan serin balkonda ev sahiplerinden araştırma görevlisi siyaset bilimci Sivaslı Recep’le Avrupa’nın yakın siyasî tarihi konulu yaptığı yüksek lisansı hakkında çay eşliğinde sohbet ediyordu. İster istemez mevzuun atlanan bâzı kısımlarına katılmam icap etti. İçeriden bizi dinleyen Mehmet Yılmaz muziplik olsun diye, Pamukkale Üniversitesi’nde öğrt. üyesi olan gönül dostumuz Dündar Kök’e anında telefon açarak “Ahmet Abi Şırnak’ta kaldığımız evin balkonunda Cudî Dağı’nı seyrederek Polonya’nın siyasî tarihini anlatıyor...” diyor.
Recep kardeşimiz heyecanla bu konuya girince küçük notlarla ilâve yaptım. Yoksa, Güneydoğu’nun en kırılgan şehrinde sanki başka mevzuum ve derdim yokta “Polonya’nın siyasî tarihi”ni mi anlatacağım? Maksat, bu fakiri meşrebi ve fikrî çizgisine aykırı karelerle kes-yapıştır yoluyla farklı karede gösterip edebî şakalar yapmak ve zarflar atmak... Gönülleri hoş olsun; dostlarımdan razıyım. Ertesi gün Şırnak’a ve bizi misafir edenlere veda ederek Tillo ve Veysel Karani gibi mübarek mekânların bulunduğu evliyalar diyarı Siirt’e revan olduk.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.