Unutmayalım:
İnsanlar kurallar için değil, kurallar insanlar içindir.
İbni HALDUN henüz aşılamamış ünlü eseri Mukaddime’sinde “Devletin, halkını din ve inanca çağırması, devletin temelini sağlamlaştırır.” Diyor. DOSTOYEVSKİ “Bir milletin değerleri (ahlak ve din ideali) güçsüz düştüğü anda, insanlar pusulayı şaşırır. Ondan sonra da, yalnız ve yalnız rızıklarını kurtarmak için bir araya gelmeye başlarlar. İnsanları bir araya getiren idealler içinde en kısırı bu rızık kurtarma idealidir.” Diyor. Grigoriy Petriov ne diyor: “Yetişen nesillerin ruhunu zekasını boş bir tarla gibi kendi haline bırakırsak orada sadece ısırgan otları biter. Okullar yeni nesillerin ruhunu kalbini aklını kurutma yerleri haline gelir. Basın, bir sokak yosmasına döner; halk, semiz yahut sıska bir hayvan sürüsü haline gelir. Halkta iman şuurunu uyandırınız. Halk dindar olmazsa ne ilim ne teknik insanları kötülükten kurtaramaz, koruyamaz. Halkın dinen zayıflaması, devlet için tehlikelidir. Devlet münhasıran maddi bir olay değildir.” (Ak Zambaklar Ülkesinde kitabından) Batı’nın cins adamları; “Halk değerlerinden mahrum edilirse ne ilim ne teknik insanları kötülükten kurtaramaz, koruyamaz. Halkın değerlerinin zayıflaması, devlet için tehlikedir. Yaşanmayan, hayata nüfuz etmeyen, sosyal tezahür imkanlarından mahrum bırakılan her millî-manevi değer, inanç zayıflar, solar, küllenir.” Diyor. Dünyanın her yerinde kabul gören ortak insani değerleri, evrensel değerleri biz hep yaşamışız, yaşatmışız. Çok çarpıcı bir örnek vereyim:
On altıncı yüzyılda sefaret heyetiyle birlikte İstanbul’a gelen Alman Protestan teolog Stephan Gearlach’ın Ruznâme’sinde Kanunî ile veziri Rüstem Paşa arasında geçen bir konuşmadan söz eder. “İstanbul’da zengin Hristiyan ve Yahudiler, Türk paşaları ile rekabet edercesine ihtişamlı konaklarda oturup müreffeh bir hayat yaşamaktadırlar. Öyle ki ulema ve ümera arasında İstanbul’un hücum yoluyla mı yoksa emanla mı alındığı tartışılmaya başlanmış, hatta Şeyhülislam Ebussuud Efendi bu konudaki fikri sorulduğunda ‘Şehir bilindiği kadarıyla hücumla düştü, ancak bu kadar kilise ve Hristiyan’ın varlığı emanla ele geçirilmiş olduğunu gösteriyor’ demiştir. Bir gün bu meseleyi Kanunî’ye açarak halkın şikâyetlerinden söz eden Rüstem Paşa’nın muhteşem hünkârdan aldığı cevabın güzelliğine bakınız:
‘Çiçekler ne kadar çok renkli olursa o kadar güzeldir. İstanbul da tabiattaki renk renk çiçekler gibidir. İşte beyaz ve yeşil renkli sarıklarıyla Türkler ve Müslümanlar; beyaz, kırmızı, mavi karışımı serpuşlarıyla Ermeniler; mavi renkleriyle Rumlar; sarı serpuşlarıyla Yahudiler… Hepsi tabiattaki çiçekler gibi bin bir renk!”
Fıtrata aykırı sun’îlikler içinde kendi kendimizin kölesi haline gelmişiz. Sevgiye sabra daha yakın duran bir dengeyi kurabilseydik, o kayıpları ve acıları yaşamasaydık; daha iyi olmaz mıydı? "Herkesin iyi taraflarına yakın ve dost; herkesin kötü taraflarına uzak ve soğuk durmak, ama kimseyi tamamen hatalı yahut tamamen hatasız görmemek" ortak değerleri kaale alsaydık, uygulayıp yaşasaydık toplumun yüzü farklı olmaz mıydı? Evrensel değerlerle öz değerleri birini diğerinin karşısına koymadan değerlerle mücehhez nesiller yetiştirmek elbette mümkün. Ancak maziden gelen değerlerle mevcudu ölçülü ve dengeli bir araya getirme şartıyla. Bugün ayrımcılığın, şekilciliğin hâlâ hakim olan yapısını ancak yaşanan örneklerle düzeltebiliriz. Bu hususla ilgili maziden bir misal vereyim:
Siyah yüzüne, kalın ve çatlak dudaklarına dikkatle bakarak O’nu hakir görmek isteyen birine Hz. Lokman kızmadan şu karşılığı vermiş:
“-Yüzümün siyah, dudaklarımın kalın ve çatlak olduğuna hakaretle bakma. Çünkü, onları ne ben boyadım, ne de ben çatlattım. Benim elimde olan, o kalın dudaktan kötü söz çıkarmamak, siyah yüzü ayıp işte utandırmamaktır. Kalbim beyaz, sözüm inci gibi güzel olduktan sonra, yüzümün siyah, dudağımın kalın oluşunun ne önemi vardır?”
Dünyada insanları kafa yapılarına düşünce ve ruh dünyalarına göre değil de, hâlâ derilerinin rengi, fiziki şekilleri ve üzerlerine giydikleri kıyafetleri, başlarına taktıkları örtüleri ile değerlendiren ve “Amerikalılar zencileri olimpiyatlardan olimpiyatlara severler” sözünü kendilerine bayrak yapanlar, milattan önce yaşamış Hz. Lokman kadar gerçekçi olamamış, O’nun insan değerlendirmesindeki sağlam ölçüsünü henüz anlamamış, o seviyeye ulaşamamışlardır.
Değerlerin donattığı insanların yaşadığı toplumlar mutlu olurlar, olmalılar. Temenni bu. Peki realite? İşte o çok farklı. “Bir âdem bir âlem” demişiz, şefkat-merhamet hareketini başlatmış, “insan seferberliği” için yollara düşmüşüz. “Fütuhül kulub, fütuhül buldandan önce gelir.” Demişiz. (Kalplerin, gönüllerin fethini, beldelerin fethinden öne almışız.) Medeniyetimize insanlıkla özdeş isimler vermişiz. Kalp Medeniyeti, Gözyaşı Medeniyeti, Yürek Medeniyeti, Şefkat-Merhamet Medeniyeti, Hicret Medeniyeti, Diriliş Medeniyeti, vs. Büyük ve dağınık bir coğrafyada, şaşılacak kadar kısa bir zamanda “insanlık fethi”ni gerçekleştirmişiz. Bütün bunları gerçekleştirenler şimdi kendi insanlarına, kendi torunlarına, kendi çoluk-çocuklarına sahip çıkmaktan âciz hale gelmişse burada durup bir nefs muhasebesi yapmalıyız. İnsanımız nerede? Nerede hata yaptık? Devlet-iktidar-güç-parti-gazete-dernek-vakıf-cemaat-dergi-medya vs. Bütün bunlar insan için vardır. İnsandan önce bunları tercih edenlere doğru adres göstererek “önce insan” demek durumundayız. O halde insanımız için, onun yetişmesi, gelişmesi ve şahsiyet eğitimi için var olan bu kurum ve kuruluşlar adına insanın harcanıp harcanmadığına dikkat edilmeli. İnsana hizmet için kurulan bu müesseselerde “insana hizmet” deyince ne anlaşıldığı üzerine mesul ve mükellef olanlar kafa yormalı. Yoksa insan; şahsa, kuruma, lidere, teşkilata feda edilir. İnsanların kurallar için değil, kuralların insanlar için olduğunu da unutmayalım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.