Sırrı’yla bir akşam
Madem bir “temsil”den geliyorsunuz, o temsilin hakkını verip elinizi taşın altına önce siz koyacaksınız.
Geçen hafta Rıhtım’da Sırrı Süreyya Önder’le karşılaştık.
Metin Üstündağ ve refikası Hatice Meryem de vardı.
Oturduk.
Sırrı, içimin yandığı bir adamdır.
Eskiye dayalı bir hukukumuz olduğu için teklifsizce “Sırrı” diyorum.
Bu tür şeyler (hitap biçimleri) bazen övünme nedeni olabiliyor. Ben Sırrı Süreyya Önder’i hep “Sırrı” bildiğim için “Sırrı” diyorum; “bakın, nasıl da arkadaşlık yapıyorum” demek için değil...
Kaldı ki, Sırrı, herkeste “arkadaşım” duygusu uyandıran, bu rahatlığa sahip bir adamdır.
Bir taraftan da korkuyorum “arkadaşım” demeye.
Murat Belge’de de “arkadaşım” duygusunu uyandırmıştı ama bedelini ağır ödetti; “sömürge şapkalı aydın” filan dedi, hakarete sardı, bence çok ayıp etti.
Neden mi “içimin yandığı bir adam”dır?
Biz ondan “Beynelmilel” tadında filmler bekliyorduk. Zekâsı, yeteneği, esprisi olan bir sinemacıydı. Hangi politik pencereden bakarsa baksın, kabulümüzdü; “Kahramanmaraş olaylarını” çekecekti, “Ezan yasağı”nın bir başka veçhesine değinecekti, “koğulmuşlar”ın hikâyesini anlatacaktı...
Hangi siyasi odak, hangi parti, hangi cephe, hangi barikat, hangi ideolojik mensubiyet bunları bize anlatabilir? Siyaseti herkes yapar. Bu filmleri kim çekecek?
Siyasete girme isteğini dillendirdiğinde (Mustafa Karaalioğlu da şahittir), bunun yanlış olacağını söylemiştim. Hatta Mustafa Kemal’e esprili bir gönderme yaparak, biraz da hoşuna gitsin diye, “Herkes milletvekili olabilir ama Sırrı Süreyya Önder olamaz” demiştim.
Hoşuna da gitmişti.
Sanırım, çok şey yapmak isteği onu bu
yollara sürükledi.
Belki de çok sevilmek, çok takdir edilmek istiyordu.
İnsanlık hali...
Kendisi “siyasetçiliğini” birtakım ulvi amaçlarla açıklayabilir... Bu ülkenin yoksul insanları için geçmişte kalkıştığı politik eylemlerin bir uzantısı olarak bu yola baş koyduğunu söyleyebilir ve beni “bozabilir...”
İdrak ve izan yoksunu değilim. Söylediklerini anlayabilirim. Ama yüzüne karşı söylediklerimi bir kez daha tekrarlamak istiyorum: “Kafandaki ulvi amaçları en iyi sanatınla anlatabilirdin. Yazık ettin...”
Neyse, Sırrı Süreyya ve Üstündağ’larla oturduğumuz gün, BDP’nin neden Meclis’e girmediğini sordum.
Kendince “makul” bir cevap verdi... “Haklarımız” filan dedi...
Hatta, Öcalan’ın işaretine rağmen Meclis’e girmediklerini söyledi. Herhalde, BDP’nin zannedildiği gibi İmralı’ya bağlı olmadığını anlatmaya çalışıyordu, övünçle...
Durumun öyle olmadığını ikimiz de biliyorduk. BDP İmralı’sız adım atamazdı, dikte olmadan siyaset üretemezdi ama hadi öyle olsun...
Fakat başka şeyler oluyordu... PKK’nın eylemleri İmralı’nın iradesini aşıyordu. İmralı’nın altını boşaltıyordu. Hatta İmralı’daki “varlığın” meşruiyetini ve ağırlığını sorgular hale getiriyordu.
Bunu anlattım.
PKK’nın bu oyununu BDP’nin bozacağını söyledim.
PKK’nın (terörün) “baskı unsuru” olarak aradan çıkması ve müzakere sürecinin yeniden başlaması BDP’nin Meclis’e girip yasama faaliyetine katılmasına, hatta anayasa sürecine destek vermesine bağlıydı.
Bu durum, İmralı’ya da itibarını iade edecekti, vs...
Bu konuşmayı yaptığımızda henüz Çukurca olayı gerçekleşmemişti.
Baştaki cümlemi tekrarlayarak bitirmek istiyorum:
Bir “temsil”den geldiğini söyleyen BDP, kimileri “taviz” olarak değerlendirse de, elini taşın altına koyup Meclis’e girmeli, “savaş oyununu” bozmalıdır...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.