Dinin direği namaz
Bir hafta önce sizlerle bir namaz hikayesini paylaşmıştım. Konu edilen iki kadim dost annem ve yakın arkadaşı Nuran (Büyüközer) teyze idi. Öyle gözüküyor ki haftanın bu ilk yazısı da benzer bir başka tecrübeyi nakletmeme vesile olacak. Yalnız bu seferki geçtiğimiz Pazar günü, bizim yaşadıklarımızla alakalı... Georgetown’dayız. Üniversitenin de olduğu bu bölge, hafta sonları, hele bir de hava güzelse şehrin en kalabalık semtlerindendir. Akşam yemeği yiyeceğiz ama önce yapmamız gereken bir iki iş var. Zamanı iyi değerlendirmek açısından eşim ve ben arabadan iniyor, Fatıma’dan (kızım) bu arada arabayı park etmesini istiyoruz. O park yeri ararken biz aradığımız ayakkabıcıyı buluyor, içeri giriyoruz. Fatıma arıyor, “Anne otoparktayım, akşam namazı girmek üzere hemen burada, arabanın yanında kılayım ama kıble ne taraf” diye soruyor. O yerini tarif ediyor, ben ayrıldığımız cadde itibariyle yön tesbitinde bulunadurayım, dükkan sahibi bir pusula getiriyor, kuzey...güney...evet kuzey doğu -okyanus ötesinde Kabe kuzey doğu yönünde kabul ediliyor- şu istikamet diye gösteriyor... Teşekkür ediyor ve ekliyorum: “Bizim ibadet vaktimiz girdi de... Kızım soruyordu...” Georgetown’ın mimarisine uygun şekilde yapılmış bu butik tarzı ufak dükkanda işimiz bitene kadar onbeş yirmi dakika daha geçiyor. Akşam namazı bizim için de sıkışacak, aslında Georgetown Üniversitesi’nin mescidine de gidebiliriz, ama arabayı almak lazım, kampüse gir çık iş uzayacak... Eşim kasadayken dükkan sahibine dönüp “Bize burada birkaç dakikalığına ayırabileceğiniz bir yer olur mu, biz de namazımızı kılalım” diyorum. Cevabı, “Elbette, nerede isterseniz” oluyor... “Burada, yukarı katta, nerede isterseniz... Kendinizi evinizde hissedin (feel free at home)!...” Namazımızı eda ediyoruz... bir köşede. Önce ben, sonra kasadaki işini bitirmiş olduğu halde, eşim... Bu arada başka müşteriler girip çıkıyor dükkana... kimse dönüp bakmıyor... her şey normal... Fatıma’yla buluştuğumuzda yemek vaktimiz geldi de geçiyor, sayılır ama yemekten önce araya bir de Barnes and Noble’ı sıkıştırmaya karar veriyoruz. Fatıma’nın alması gereken bir iki kitap için... Barnes and Noble -galiba yakında Türkiye’de de açılacakmış, henüz açılmadıysa eğer- ülkenin her tarafına yayılmış zincir kitapçılardan. İnsanlar bu tür kitapçılara hem okuyup hem de boş vakitlerini iyi değerlendirmek adına gidiyorlar. Kahvelerini alıp rahat koltuklarda diledikleri kitapları karıştırıyor, okuyorlar. Çoğu zaman bir Pazar gününü orada geçirebiliyorlar mesela... Yemeği erteleyebiliriz, ailenin vardığı konsensüs bu, şimdi girmişken biraz da yeni çıkan kitapların tadını çıkaralım, Pazar akşamının bu geç saatlerinde. Hepimiz bir tarafa dağılıyoruz. Bir ara bakıyorum, Fatıma bir köşede kitabına gömülmüş, klasiklerden Jane Austen’in Gurur ve Önyargı’sını okuyor. Eşimi her zamanki gibi felsefe bölümünde buluyorum. Yatsı vakti de girdi diye aklımdan geçirip, elimdeki kitabı, oturduğum sandalyeye bırakıp kalkıyorum. Yanımdan, kucağında kitaplarla geçen görevliye, “Şurada ibadetimi yapmak istiyorum” diyorum. Yüzündeki ifade, ‘Bunu bana neden soruyorsunuz ki, elbette’ havasında, ama bir “süre” yani tabii, dökülüyor ağzından... Köşem güzel, resimli kitap da yok, olanın da arkasını çevirdim, tamamdır, ben yatsımı kılıyorum, bizimkiler okuduklarının dünyasında... bulunduğum köşeye gelen pek olmuyor, olan da yadırgamıyor... Seccademi toplayıp demin oturduğum yere, kitabıma döndüğümde Fatıma “Anne ne yapıyorsun” diye geliyor... “Namazımı kıldım yavrum...” “A tamam yatsı oldu değil mi, ben de kılayım...” “Seccaden var mı?” “Var anne...” “Şurası müsait...” “Peki anne...” “Geleyim mi seninle, bekleyeyim yanında...” “Gerek yok anne, ben kılarım...” Saat dokuz buçuğa geliyor... güle oynaya çıkıyoruz kitapçımızdan, karnımız da epeyi acıktı...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.