Hayat ve ölüm arasında gevezelik
Hayatın gerçeği ölüm, ölümün sırrı hayatmış meğer, bunu dostlarımı, arkadaşlarımı bir biri ardından toprağa verirken daha iyi anladım. Biz ne miyiz o zaman?..
Necip Fazıl, “Hayat süren leşler” diyor, “Ey hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?”
Bediüzzaman ise “Mezar-ı müteharrik bedbahtlar” (hareket eden mezarlar) tanımlaması getiriyor...
Biz ise kendimizi güçlü, kuvvetli ve kudretli sanıyoruz...
Konumumuzu korumak için gırtlak gırtlağa kavga ediyoruz.
Oysa tüm kavgalarımız, hırslarımız, başarılarımız mezara kadar sürüyor.
Ah mezar!..
16 Eylül sabahı, birbirine zıt iki sürmanşete çarpıldım: Biri Sabah’ın sürmanşetiydi: Meşhur müteahhidimiz “Ali Ağaoğlu başarısının sırrını açıklıyor”du...
Nasıl zengin olunur?..
Dünyanın en pahalı otomobillerinden iki düzinesine birden nasıl sahip olunur?..
Köşklere, yalılara, villalara, yatlara nasıl kavuşulur?..
Bir de, on arabaya, üç yata birden nasıl binildiğini, on evde aynı anda nasıl oturulduğunu, yüz saatin birden nasıl takıldığını, bin takım elbisenin üst üste nasıl giyildiğini öğrenebilsek!..
Düşünün lütfen: Bize ait olan biriktirdiklerimiz mi, yoksa o an kullandıklarımız mı?
Bu soruya kim cevap verecek?
•
Başarılı olmak nedir sahi?
Akit Gazetesi’nin aynı tarihli sürmanşeti bu sualin cevabı gibiydi: “Vefatının 52. yıldönümü münasebetiyle Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri”...
Ölüm gerçeğinin çarpıcılığında gerçek başarıyı düşündüm: Gerçek başarı dünyada bıraktıklarımız mıydı, yoksa ahrete götürebildiklerimiz mi?..
Bunu yaşam tarzımız belirliyordu...
Dünya kriterlerine göre “çok başarılı” bulunanlar, ahrette “başarılı” bulunamayabiliyordu...
Ya da dünya ölçeğinde “başarısız” sayılanlar, ahrette “en başarılılardan biri” sayılabiliyordu.
O zaman dünyevi başarılara kilitlenmiş bizler boşa mı kürek çekiyorduk?..
Alabora olduğumu itiraf edeyim!
Hâzân mevsiminin hüznü hayallerimi yelpazelerken, mevsimlerle birlikte neden yüreğimizin de değişmediğine hayıflandım...
Böyle bir mucize gerçekleşseydi, her zaman katı, bencil, acımasız olmazdık belki! Her fırsatta basmazdık bir birimizin yüreğine! “Siz-biz” tekerlemesine tıkanmaz, farklılıklarımızı zenginliğimiz sayıp kavgalarımızı barışa dönüştürürdük.
Mevsim yine değişti dostlar, hazan mevsimindeyiz artık, hüzün mevsiminde...
Mevsimler değişiyor, ama yüreğimiz pek değişmiyor ne yazık ki...
Katı, acımasız, incitici yürekler taşıyoruz, böyle yüreklerle yaşıyoruz.
Ezebildiğini ez, dövebildiğini döv mantığı hayata hâkim...
Keşke değişebilsek diyorum, bu acımasızlığı, bu “güçlü olmak haklı olmaktır” mantığını yenebilsek...
Farklılıklarımızı çatışma odağı değil de, zenginlik olarak algılayabilsek...
Belki o zaman fark ederdik, aramızdaki “fark”ların aslında “renkler”imiz olduğunu...
Farklarımızın, “Ne kadar fark, o kadar renk” anlamı içerdiğini...
Ve ruhumuzu zenginleştirdiğini...
Yazık ki ömrümüz, hayatla memat (ölüm) arasında gevezelikle geçiyor!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.