Kavga bilgisizliğin çocuğudur
Tanzimat Hareketi’nden (1839) bu yana, aşağı-yukarı 170 yıldan beri, hiçbir “analiz” ve “sentez” endişesi taşımayan cebri bir Batılılaşma baskısı altındayız.
Bu kadar uzun seneler yabancı bir kültürü taklide zorlanan bir milletin çocuklarının kendi kimliği hakkında tereddüde düşmesi kaçınılmazdır: “Değerler aşınması” böyle bir süreci başlatır...
Başka bir kültürü taklide zorlanan toplumların şaşkınlaşması ve o şaşkınlık kertesinde arabeskleşmesi doğal karşılanmalıdır.
Türkiye’nin toplumsal hayatına bakın: Siyasette, kıyafette, sanatta, eğitimde, kültürde, mimaride, vs. “kendine has”, “kendine özgü”, geleneksel kimliğinden izler taşıyan bir şey kalmış mı?
Ne “Doğulu” kalabildik, ne “Batılı” olabildik: Her alan ve her anlamda fena halde arabeskleştik!..
- Siyasette arabesk;
- Kıyafette arabesk;
- Sanatta (edebiyat, resim, sinema, tiyatro vs.) arabesk;
- Hukukta arabesk;
- Eğitimde arabesk: (Dönüşümlü olarak İngiliz modeli, Fransız modeli, Amerikan modeli, hatta Anglo-sakson modeli deniyoruz, ama bir türlü olmuyor)
- Kültürde arabesk;
- Bilimde arabesk.
Bir türlü “bizden” olanı yeşertemiyoruz!
Bazılarına “Kur’an Müslümanlığı”, “Peygamber İslâmı” yetmemiş olacak ki, başımıza “Türk Müslümanlığı” diye bir garabet çıkarıp, neredeyse İslâmı da arabeskleştirecekler!
Ne “biz”deniz, ne “onlar”dan; biraz “biz”den, biraz “onlar”dan!
Kıvamımızı git gide kaybediyoruz. Bu da bizi korkunç bir kavram kargaşasına sürüklüyor.
Kavram kargaşası müthiş bir kaostur. Her şey bir birine girer. Böyle ortamlarda bilim olmaz, sanat olmaz, edebiyat olmaz, hukuk olmaz, bilgi olmaz, kültür olmaz, analiz olmaz, sentez olmaz...
Ya ne olur?..
Bol bol kavga olur, müstehcen yayın olur, her anlamda “ahlâksızlık” olur, yolsuzluk olur, dedikodu olur, saldırı olur, hakaret olur, yasaklar-yasakçılar ve derin kirlenmeler (Ergenekon misali) olur...
Artık gün şaklabanlarla dalkavukların günüdür! Her alanda boy gösterirler. Kendilerine benzettikleri gruplar tarafından da alkışlanırlar.
Halkın çoğunluğu ile kimi aydınlar böyle gitmeyeceğinin farkındadırlar, ne var ki, sesleri çok çıkan şaklabanlarla dalkavukların şerrinden çekinip köşelerine büzülürler...
Bu defa da meydan bütünüyle şaklabanlara kalır.
Televizyon tartışmalarındaki “seviye”ye bakınca bunları düşünmekten kendimi alamadım.
Birinin unvanı “profesör”, ötekinin “gazeteci/yazar” olunca ve ikisinin de saçları beyazların egemenliğine girince, insan ister istemez doğru düzgün şeyler konuşacaklarını umuyor.
Tartışmayı iki satır sonra kavgaya dönüştüreceklerine, özelleştireceklerine, birbirlerini kamera önünde “ahlâksız”lıkla suçlayacaklarına ihtimal veremiyorsunuz.
Sanırsınız mahalle kabadayıları ağız dalaşına girmiş!
İnsanlar farklı inanabilir, farklı düşünebilirler, ama bu yüzden sadece cahillerle bildiklerinden emin olmayanlar kavga eder.
Neredeyse her televizyon oturumu kavgayla sonuçlanıyor. Herkes kendi düşüncesini dayatıyor.
çünkü bir kavram kargaşasının içinden geçiyoruz.
Bir zamanlar katıldığım bir açık oturumda, “profesör” unvanı taşıdığı halde bağırıp çağırma dışında bir şey söylemeyen muhatabıma profesör olduğunu hatırlamasını, ideolojik kalıplardan çıkıp ilmi olmasını ve dişe dokunur, kayda gelir bir şeyler söylemesini ihtar edince köpürmüş, tartışmayı zemininden çıkarıp “yasak kavramlar” zemininde saldırmaya başlamıştı.
Korkup sinmemi istiyordu. Umursamadım bile. “İlim adamlığı” unvanın üzerinde yama gibi durduğunu söyleyiverdim.
çıldırdı. Suçlamak için “Nur evleri”nden, “Işık ev”lerden söz etmeye başladı.
Düşündüm ki, “ilim adamlığı” kisvesini karanlık güçlerin sözcülüğüne kurban veren kişilerin saçtıkları ufunetle oluşturdukları kopkoyu karanlığı aydınlatmak için gerçekten de “ışık evler” kurup “nur” saçmak lazım.
Bağırmak, hakaret savurmak, köpürmek, sövmek, saldırmak fikir değildir, görüş değildir. Bu bakımdan ilim gerektirmez, bilgi gerektirmez, kültür gerektirmez, birikim gerektirmez. Biraz “kabadayılık” yeter!
İşte bu yüzden kabadayılar bilgiye ihtiyaç duymazlar. Söverler, sayarlar. Ama “sövmek” bir fikir filan olmadığı için cevabı da yoktur. Ya karşınızdakinin seviyesine inip aynı üslupla karşılık vereceksiniz, ya da susacaksınız.
Ekranda gördüğüm bazı “ilim adamı” kisveli “filim adam”ların, meşhur kabadayı “Ustura Kemal” kadar bile nezaketten, basiretten, ferasetten nasipdar olmayışları, bendenize, Türk eğitim sisteminin bilgiden önce “adab-ı muaşeret=görgü” öğretmesi gerektiğini düşündürüyor.
âkif gibi, için için mırıldanıyorum:
“Şark’a bakmaz, Garb’ı bilmez görgüden yok payesi,
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermayesi.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.