Dinleniyorsunuz, filminiz çekiliyor, izleniyorsunuz...
Vatandaşların özel hayatları araştırılamazmış... Mektuplar açılıp okunamazmış... Telefonlar dinlemezmiş... E-mailler merak edilemezmiş... Bunların hepsi anayasal fanteziler ve kuruntulardır...
Benim bildiğim, İstanbul’da Aksaray civarında bir bina var, burada bütün (evet bütün) telefonları dinleyecek, konuşmaları kayıt edecek cihazlar var. Bütçeden maaş alan personeli var.
Birkaç yıl içinde bir sürü terör hareketi önceden öğrenildi ve önlendi. Dinleyerek, istihbarat yaparak, uçan kuştan mana çıkartılarak...
Terörün önlenmesini, kalabalık yerlere patlayıcı madde konulmasını, canlı bombaların patlatılmasını ben de istemem.
Herkes dinleniyor.
Cumhurbaşkanı dinleniyor, Başbakan dinleniyor, Bakanlar dinleniyor, büyük bürokratlar dinleniyor, milletvekilleri dinleniyor... Dinlenilmesi gerekenler dinleniyor, gerekmeyenler dinlenmiyor.
ABD bütün dünyayı dinliyor...
Şakacıktan şöyle cümleler sarf edin:
Malları gönder...
çocuklar hemen gelsin, kaynanam biraz beklesin...
Piyasada domates çok, şimdilik yeni mahsulü soğuk hava deposunda bekletin...
Baldız ve görümce tatile devam etsinler...
Evet böyle cümleler kullanırsanız hemen dehşetli bilgisayarların kırmızı ışıkları bir yanıp bir söner, alarm zilleri çalar. Hakkınızda tahkikat yapılır ve başınıza çok iş gelir.
Hakim kararı olmadan telefonlar dinlenemezmiş... Pöh!..
Evlere, işyerlerine, bürolara dinleme cihazı ve gizli kamera konulamazmış...
Pöh pöh pöh!..
Medyada haberler çıkıyor, filancanın telefonları dinleniyormuş, falancanın ceketinin astarına pirinç büyüklüğünde dinleme cihazı yerleştirilmiş, feşmekanın çalışma yerine gizli kamera takılmış...
Şu falanları, filanları, feşmekanları on binlerle, yüzbinlerle çarpsanız iyi olur...
Bunlardan kurtulmanın çareleri var mıdır? Mutlak olarak yoktur. Bazı tedbirler alınabilir.
1. Gevezelik yapmazsınız, çok konuşmazsınız, sırlarınızı söze ve yazıya dökmezsiniz.
2. Bu konularda uzman kişi ve kuruluşlardan bilgi ve yardım alırsınız. Uzman olmayanların boş lâflarına kulak asmayın.
3. Cep telefonunuzun kapalı olması bir şey ifade etmez.
En iyisi, insanın gizlisinin olmamasıdır.
Uçakla bir yere gideceksiniz, Havaalanı tuvaletine girdiniz. Gizli kameralarla gözlenirsiniz.
Bir bankaya girdiniz... Caddede karşıdan karşıya geçiyorsunuz... Hep gözleniyorsunuz, kameralar filminizi çekiyor ve dijital ortamda görüntüleriniz saklanıyor.
Senede bir hafta dinlenmeden, filmi çekilmeden, izlenmeden kurtulmak için bir yaylaya gidin, yanınızda cep telefonu, bilgisayar bulunmasın... Belki biraz rahat edersiniz. Biraz dedim, çünkü yaylada da çoban kılıklı bir casus “Bu herif durup dururken yaylaya niçin geldi?.. Burada ne ... yiyor?..” diye hakkınızda bir rapor hazırlayıp merkeze gönderebilir.
Depreme Karşı Tedbir Alınmadı Ama Şehir Lâlelerle Süslendi
BüYüK ZELZELEDEN bu yana dokuz yıl geçti, bu dokuz yıl boyunca deprem havanlarında çok su dövüldü, ama tedbir alınmadı.
Depreme tedbir almadık ama bayram gecelerinde, kandil gecelerinde gökyüzüne milyonlarca dolarlık havai fişekler attık.
Her sene yine milyonlarca dolar vererek (acaba kimlere?) şehri lalelerle süsledik.
Ramazanlarda çarşılar kurduk, etkinlikler yaptık, lahmacunlar, sucuklar, çiğköfteler, sahlepler, çaylar, kahveler, kâğıt helvalar... Bir eğlence ki sormayın.
Haa! Bir ara yüz binlerce ceset torbası satın aldık (onlar çoktan çürümüşler ve hurdaya verilmişlerdir). Depreme karşı nutuklar attık.
Depreme alışmalıyız... Depremle birlikte yaşamalıyız... Yukarı deprem, aşağı deprem...
ünlü depremologlar yaklaşan deprem konusunda bilimsel ve bilimdışı polemikler yaptılar. Deprem yakındır... Hayır, o kadar yakın değildir... Bugün de olabilir, otuz yıl sonra da... Deprem, deprem, deprem...
En son deprem uzmanı bir profesörün beyanlarını okudum. “Deprem kurşunu namluya sürüldü, iş tetiğin çekilmesine kaldı” diyor.
Marmara’nın dibi fokur fokur kaynıyormuş.
Denizin dibindeki fay’da hareket varmış.
Ansızın olabilirmiş...
Bizim hiç aldırdığımız yok.
Deprem meprem düşünmüyoruz, başımız kenelerle dertte. Vatandaş ormanlık bölgelere gidemiyor kene korkusundan. Halk sahillere hücum etmiş.
Bir Pazar günü İstanbul kırları ve sahillerinde on binlerce mangal yakılmış. On binlerce vatandaş kömürlere üflüyor. Avurtlar şişmiş, gözler dumandan kızarmış, suratlar pancar rengi, nefesi yetişmeyenler, kalın kartonlarla yelliyor mangallarını... Tavuk, köfte, et... Sofralar kurulmuş, piknik tüplerinin üzerinde çaylar kaynıyor fokur fokur... Depremi düşünecek halleri yok, vakitleri yok, akılları yok...
İstanbul’da bir milyondan fazla bina çürükmüş. Demek ki yapılacak bir iş yok.
Boşa geçirilen dokuz sene boyunca planlı, programlı çalışılmış olsaydı belki önlem alınabilirdi. Alınamadı.
Niçin alınamadı? Sanırım rant durumu müsait değildi. Depremini bekleyen şehir...
Deprem konusunda hiçbir şey yapılmadı değil, “Deprem ilahî bir cezadır” diyen Yeni Asya gazetesi sahibi Mehmet Kutlular hapis cezasına çarptırıldı ve hayli zaman zindanda tutuldu. Sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu konuda Türkiye’yi haksız buldu, tazminata mahkûm etti ama...