Alaaddin’in lambası’
Cumhurbaşkanı Abullah Gül’ün İran Meclis Dışişleri Komisyonu Başkanı Alaaddin Burucerdi’yle konuşmalarının yankıları ve yansımaları ve ardından da The Sunday Telegraph gazetesine yaptığı açıklamaları üst üste getirdiğinizde, dengeci ve onun ötesinde alttan alan bir arayışla veya yaklaşımla karşılaşıyorsunuz. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün üslubunun yumuşak ve mutedil olduğunu biliyoruz. Lakin bu acaba karşı tarafta nasıl bir akis meydana getiriyor ve bir zafiyet emaresi olarak algılanabilir mi? Biz algılandığı kanaatindeyiz. İran Meclisi Dış İlişkiler komisyonu Başkanı Alaaddin Burucerdi’nin Abdullah Gül’le ilgili görüşmesinden aktardıkları doğrusu biraz tuhafıma gitti. Alaaddin Burucerdi’nin aktardıklarına göre, Abdullah Gül Suriye konusunda muhatabına teminat vermiş ve şöyle seslenmiş: “Biz Suriye’ye herhangi bir müdahaleye karşıyız. Irak ve Libya’da yaşananlar bu ülkede tekrar edilmemeli...” Aslında bu tavır genellikle Türkiye’de ulusalcı kesimler veya onların kuyruğuna takılmış bazı İslami kesimler tarafından seslendiriliyor. Esasında Libya’da yaşananlar çoktandır Suriye’de tekerrür ediyor. Nedeni, rejimin aymazlığı sonucu reformlara gitmek yerine güvenlik şıkkını tercih etmesi ve halkının kanını dökmesi ve akıtmasıdır. Cumhurbaşkanı Gül ayrıca şunları söylemiş: “Düşmanlarımız dini bir savaş dalgası yaymak istiyorlar ve bölge ülkeleri de bu tuzağa düşmemeli...” İngiltere ziyareti öncesinde The Sunday Telegraph gazetesine yaptığı değerlendirmede ise ezcümle şunları söylüyor: “İran’daki teokratik rejim ile Batı arasında keskinleşen cepheleşmede Türkiye arabuluculuk rolünü oynuyor. Avrupa’yı ciddi bir biçimde 40 yıl boyunca kutuplaştırabilecek potansiyele haiz yeni bir soruna karşı dikkatli olmalıyız. Kültürüyle ve tarihiyle İran bölgenin en önemli ülkesi. Durum yeni bir soğuk savaşa doğru gidiyor. Biz ise Batı ile İran arasındaki güvensizliği gidermeye çaba gösteriyoruz. Nükleer meselede katalizör bir rol oynamak durumundayız.”
The Sunday Telegraph gazetesinin muhabiri Harriet Alexander’in cıva gibi nitelendirdiği İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’a yeteri kadar güvenip güvenmediğini soruyor. Cumhurbaşkanı Gül’ün cevabı ise şöyle: “Güven meselesi bir tarafa; bizim İran’la ilgili politikalarımız yapıcılık ve samimiyet ekseni üzerine kuruludur. Biz İran dediğimizde sadece hükümeti kastetmiyoruz. İran’da birçok güç ve güçler dengesi bulunmaktadır. Biz güç halkalarının hepsiyle konuşabiliyoruz. İran dediğimizde tek bir İran’dan bahsetmiyoruz. Hükümet, parlamento, dini liderler ve ordu vesaire. Bunların cümlesi. “Abdullah Gül İran’ı bir kurumlar bileşkesinin ve kombinasyonunun yönettiğini ifade ediyor. Elbette Batı’yı kışkırtıcı değil yatıştırıcı olmak gerekiyor. Lakin İran’a tanınan kredinin de onu azdırması ihtimaline karşı Türkiye’nin ve İslam aleminin kendi politikası var mı? Sözgelimi İran’ın Suriye politikasına bakalım. Cumhurbaşkanı Gül’ün yatıştırıcı hatta kayırmacı yaklaşımına mukabil bakın Burucerdi’nin Suriye konusunda Türkiye’den beklentileri neler: “Türkiye, Suriye konusunda İran ile istişare edebilir ve daha yapıcı rol üstlenebilir (Milliyet gazetesi, Dış Haberler, 19 Kasım 2011).” Belli ki İran rejimi Beşşar ve çetesinin zaman kazanmasına yardımcı olmak istiyor. Burada çok ilginç iki unsur var. Bunlardan ilki: Türkiye’nin Suriye politikasının İran nazarında yapıcı değil yıkıcı olmasıdır. Demek ki Ahmet Davudoğlu ve benzerlerinin ifadesiyle Suriye’de çatallaşan süreçte rejim yerine halkı tercih etmek İran rejimine göre yapıcılık değil yıkıcılık. Burucerdi İran namına Suriye rejimini giyotinden kurtarmak istiyor. Bütün çırpınışları bu yönde. İkincisi, İran ile Suriye politikasını koordineli ve eşgüdüm içinde yapmamamızı telkin ediyor. Yani Suriye rejiminin rehberi oldukları gibi bizim de rehberliğimize soyunmak istiyorlar. 1982’de Hama’da nasıl ki mazlumun değil zalimin arkasında yer aldılarsa bugün de aynı yanlış politikalarını sürdürüyorlar. Üstelik bizi de buna alet etmek niyetindeler. Cin olmadan çarpmaya çalışıyorlar. Asıl kendileri ellerini yakmak istemiyorlarsa Suriye’den uzak dursunlar.
*
İran, Suriye bataklığına boğazına kadar batmıştır. Sözgelimi, muhalifler baştan beri İran Devrim Muhafızlarının Suriye güvenlik güçleriyle omuz omuza muhalif avına çıktığını söylemektedir. Yabancı gözlemciler olmadığından bunu teyit zordur. Lakin yine Arap kaynakları ve muhalifler İran Devrim Muhafızlarının Ürdün ile Suriye sınırının Suriye tarafına mevzilendiklerini ileri sürmektedirler. Bunun ötesinde yine muhalif kaynaklar, İran’a ait sivil uçakların Hama Askeri Havaalanı’na sürekli olarak ikmal ve sevkıyat yaptığını ve pür silahlı İran devrim muhafızlarını indirdiğini ve onlarla Şam rejiminin yardımına koştuğunu ileri sürmektedir. Elbette bunlar tahkike muhtaçtır ve tahkik edilmelidir. İşte o zaman İran rejiminin Suriye halkına müdahaleye gırtlağına kadar batıp batmadığı anlaşılacaktır. Burucerdi, Acem oyunu deyimini hatırlatırcasına Karayılan olayını da yine saptırmakta ve kendisinin Karayılan’ın yakalandığını duyduğunu sadece buna sevinerek açıklama yaptığını yoksa kendilerinin yakaladıklarına dair bir söz sarf etmediğini söylemiştir. Daha zorlanırsa Burucerdi ötesine de gider Karayılan hatta Kandil’in varlığını da inkar edebilir! Yine de şükretmeliyiz ki, Burucerdi Kandil ve Karayılan’ın varlığını olsun inkar etmedi! Yani Alaaddin’in lambası ancak kendisini aydınlatıyor. Türkiye bu meselede daha duyarlı davranmalı ve ikircikli görüntü vermekten kaçınmalıdır. Tarihen sabittir ki, Sufu Beyazıt tavrı ancak karşı tarafı azdırır. Yavuz gibi kararlı olmak gerekir. Yumuşak tükürüğün bıyığa da sakala da zararı vardır. Atalarımız ne demiş: Sulh-u sükun istiyorsan cenge hazır ol. İlginçtir savaşı engellemek savaştan kaçmakla değil hazırlıklı olmakla mümkündür. Öyleyse barışın garantisi kararlı ve müteyakkız olmaktan geçiyor. Bu tezat gerçeklerden biridir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.