İstiklal Mahkemeleri’nden geçen uzun ince bir yol
Bir ülkenin geçmişi karanlıkta tutulur mu? Tutulur. Tutuldu. Gaybe ait bir kutsallık içinde uzaklara götürüldü. Bir sır gibi saklandı. Yerine yenisi fabrike edildi. Zihinlere o kazındı... Her ulus-devletin tarihinde öne çıkardığı, bunu yaparken de unutmak için görmezden geldiği ve hatta olmamış varsaydığı gerçekleri vardır.
Milliyetçilik dediğimiz sihirli kelime bir taraftan literatüre “tahayyül edilen toplumlar” ifadesiyle millet olma anlayışını işler, diğer taraftan da bunun alt yapısını oluşturan kendini eleştirmeye kapatma ve ne pahasına olursa olsun kendin ile gurur duyma refleksini yerleştirir. İki opozisyonel duruşu aynı temelden çıkartır ve inşa eder. Benden iyisi yokturu işlerken başkalarından kötüsü de olamazı yerleştirir. İnklusif yani kavrayıcı ve içine alıcı bir özellik gösterirken aslında dışlar. Dışarı atar.
Bir başka deyişle ötekileştirir milliyetçilik dediğimiz şey. Ulus devleti de bu ötekileştirme üzerinden kurar. Birilerini ötekileştirdikçe başka birileri bu prosedürün dışında kalacak ve içselleştirilecektir. Ulus devlet de bu içselleştirilmişlerin kitlesi haline gelecektir, tabii olarak.
Ülkemizde son zamanda “moda” haline gelen şeffaflık rüzgarı ortalığı biraz daha kavuracağa benziyor. Geçmişimizle yüzleşmek adına başlatılan, yürütülen bu kampanyalar kitleler nezdinde daha da fazla karşılık bulacak, öyle gözüküyor. Eskiden de tek tük dalgalanmalar olur ancak bunlar olduğu yerde söndürülürdü. Dile getirenlerin başı ezilir, ulus-devlet aparatusunun organları tarafından söylediklerine söyleyeceklerine pişman edilirlerdi.
Ama artık öyle değil, yani eskiye nazaran değil. Değil çünkü önceden orada burada gelişen ferdi dalgalanmalar şimdi toplumsal zemine oturmakta.
Toplum devreye girince de bir süreklilik oluşmakta. Kampanyalar, toplumsal istekler yer etmeye başlıyor. Böyle olunca da eskiden devletin bir “hot” demesiyle dağılıp kaçışanlar, artık yerlerinde sapasağlam durmaya devam ediyorlar. Geçenlerde de haklar tartışmasında değindiğim gibi örneklemelerle birbirlerini takip eden talepkarlar oluşuyor. Bir çeşit kopyalama yöntemi bu. O istedi, sıra bende şimdi de ben talep edeyim mentalitesiyle çalışıyor toplum.
Bizde de bu yaşanmakta. Son onyıllarda Ermeni sorunuyla başlayan dönem bunun örneğini teşkil ediyor. 1915’te ne yaşandığının sorgulanması şimdilerde yerini Dersim’in Kürt Alevi popülasyonuna bıraktı. Bunlardan bağımsız değil ama paralel bir yörüngede Kürt sorunu etrafımızda dönüyor, mütemadiyen. Hiçbiri diğerinin yerine geçmiyor, geçemez de zaten ama birbirini de -matematiksel bir tabir kullanacak olursak- “götürmüyor” da. Bilakis kısa zamanlı olarak idrak edilemese de aslında birbirlerine de hizmet etmiş, yardımcı olmuş oluyorlar.
Çünkü devlet makinası açısından birbirlerinden pek de farkları yok. Talep eden kitleler bazında görüyor devlet kendi gözlüğünden onları. Kimi zaman yakını göremeyen devlet onları olduğundan daha büyük görüyor ve basıyor yaygarayı. Kimi zaman da miyopik bir bakışla çok küçümsüyor ve ka’le bile almıyor uzun müddet. Çünkü uzaktalar ve göze çok küçükler...
Ama talepler birbiri ardı diziliyor ve farklılaşmalar da başgösteriyor. İlle de haklarını arayan kitleler değil seslerini çıkaran bu günlerde. Yanlışların düzeltilmesi, ortaya çıkartılması, perde sisinin kaldırılması için talepler de sıralanıyor. İstiklal Mahkemelerine ait arşivler açılıyormuş şimdi. Konu ile ilgili olarak tutulan bir milyona yakın sayfa hacmindeki belgeler ve tutulmuş yüz elli sekiz adet defter şimdi gün yüzüne çıkarılıyor. Geçmişimizle yüzleşmemiz, kendimizi tanımamız, bir dönemi daha berrak bir şekilde okumamız açısından önemli bir adım atılıyor. Darısı Latife Hanım’ın arşivlerinin başına!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.