Alevîler “Dersim Katliamı”nı Sünnî Bir Cumhuriyetin Yapmadığ
Dersim hâdisesini bir “katliam” olarak gören ve yakın tarihin “peçesini sıyırmaya çalışan” İslâmî görüşlü yazar, siyasetçi ve aydınların kalbî samimiyet ve inşirahına karşılık, Alevî milletdaşlarımız “Dersim Katliamını” Sünnîlerin yahut Sünnî Türklerin kurduğu bir cumhuriyet idaresinin yapmadığını açıklamakla mükelleftirler.
Evvel emirde Alevî milletdaşlar, CHP markalı Kemalist Cumhuriyetçi zümrelerle Sünnî Türk çoğunluğun arasında mahiyet farkı olduğunu kavramak mecburiyetindedirler.
Müslümanca bir cumhuriyet rejimine taraftar olan Sünnî çoğunluğa sahip Türkiye’deki Türkler ve Kürtler, devrin despot cumhuriyet rejiminin hukuk ve muhtevasına rıza göstermedikleri hâlde, bir yönüyle Dersim hâdisesine başına buyruk bir aşiret hareketi, kanunun icaplarına uymayarak asker ve vergi vermemek, merkezî idareyi zaafa uğratmak şeklinde bakmaları bir nakısa değil, tarihten gelen devlet aidiyetine sahip olmanın getirdiği bir bakıştır.
Bu bakış, Sünnîlerin, Dersim hâdisesini fikir, şekil ve insanlık yönüyle “katliam” olarak telakkî etmedikleri mânasına gelmez. Dahası totaliter cumhuriyet idaresinin Dersim’deki asayişsizliği halletme yolundaki tavır ve zihniyetini kabul edip vicdanlarına sığdırmış değillerdir.
Bunun böyle olduğunu, Kemalist rejimin, İslâmî cumhuriyet taraftarı olan Sünnî Türk ve Kürt çoğunluğun kanaat önderlerine karşı yapılan sayısız “tenkil” ve “tedip” hareketleri göstermektedir.
Alevî milletdaşlar, Sünnî Türk ve Kürt kanaat önderlerine yapılan zulüm, işkence, hapis ve sürgün gibi sindirme hareketlerinin, Kur’an-ı Kerim’in yasaklanmasının, câmilerin korkuyla girilen bir mekâna dönüştürülmesinin, ezan dilinin değiştirilmesinin, İslâm’ın varlığının Batılı değer ve kurumlara kurban edilmesi gibi “devrimci” cürümlerin ne mânaya geldiğini anlamaya çalışırlarsa, Dersim’deki katliamın sebep ve müsebbiplerinin zihniyetini ve kimler olduklarını doğru şekilde idrâk edeceklerdir.
ALEVÎLER, “MİLLETDAŞ” OLMAYI KUVVETLENDİRMELİDİR
Alevîlere “milletdaşımız” demem, “millet” kavramını İslâm dini üzere tutulan yolun, prensiplerin ve inancın dahilinde olan topluluk olarak anlayıp inandığım içindir. Milletdaş ifadesi, bin yıldır Türk, Kürt, Sünnî, Alevî isimleriyle İslâm medeniyet potasında “millete” dahil olanların birbirine hitabıdır.
1923 sonrasında “millet” yerine İslâmsız “ulus” kavramı ikame edilince, “milletin” parçası olan Alevîler Kemalist Türkçülüğün resmî ideoloji olarak dayatılmasıyla Sünnî Türk ve Kürtlerle birlik ve kardeş olma bağları da zayıflamış oldu. “Millet”den ayrı olmayı kimlikleri için kazanç zanneden Alevî aydınların iğvasıyla trajik kopuş daha da hızlandı.
İşte bu noktada Alevîler iki yanılgıya birden düştüler. İlki, Kemalist Türkçü Cumhuriyet zümrelerini, bu ülkenin bin yıldır hâkimi ve hâdimi olan, devleti kuran ve “millet” olmayı haketmiş Sünnî Türklüğün temsilcileri zannetmeleridir. İkincisi, Dersim hâdisesinde ayıkmaları ve tarihe doğru bakmaları gerekirken CHP markalı cumhuriyet despotlarının laikçilik yalanlarına inanmalarıdır.
“DERSİM KATLİAMINI” CHP’Lİ VE KEMALİSTLER DEĞİL, İSLÂMCI ÖNDERLER YAZDILAR
“Dersim faciasının” vukû bulduğu günlerde niçin Kemalist aydınlar, yazarlar ve siyasetçiler tepkilerini göstermemişlerdir? Devrin gazete ve dergilerini tarayıp dost ve düşmanın kimler olduğunu öğrenmelidirler. Hâdisenin akabinde en çok Sünnî âlim ve kanaat önderleri tepkilerini adam gibi dile getirmişlerdir. En başta Said Nursî Hz. leri ve Necip Fazıl gibi Sünnîlerin kanaat önderleri ceberrut CHP diktasından korkmadan bu mevzuun can damarına dokunmuşlardır.
.
“Mâna âleminde ondan (Hz. Ali r.a.) hakikat dersimi aldım” diyen Sünnî âlim olan Said Nursî Hz.lerinin despot cumhuriyet mahkemelerinden çekinmeden yazdıklarını Alevîler mutlaka okuyup Sünnîler hakkındaki kanaatlerini gözden geçirmelidirler:
“...Dersim faciası ki, hiç dünyada emsâli vukû’bulmuş, öyle bir zındıklık, münafıklık ve vatan ve millete hadsiz bir düşmanlık olduğunu katî ispat ediyor. Elbette öyle fevkalâde câni canavar memurlara bir Allah için söyleyin: Dersim’deki katliamın Türklükle, İslâmlıkla yahut Sünnîlikle ne alâkası var? Dersim faciasında binlerce mâsumları, ihtiyarları, kadınları hem öldürüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden o mâsumların yaktırılması, bir câni yüzünden yüz köyü harab eden, bir âsi yüzünden binlerce mâsumu mahveder...”
Necip Fazıl’ın Dersim için yazdıkları da bu istikâmettedir: “...birkaç yüz veya birkaç bin sergerdenin kanuna zıt vaziyeti, on binlerce saf ve masum Müslümanın çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, âlilin, ısırgan otu yolunur gibi doğranması... (...) Tenkil etmek değil, maalesef ezmek gibi bir kast yaşandığının apaçık olduğu...”
KEMALİSTLER “DERSİM KATLİAMINI” SÜNNÎLERİN ÜSTÜNE YIKMAYA ÇALIŞTILAR
“Dersim imhası”sının emrini verenlerin, bu şenî fiilin sorumlusu olarak Sünnîleri hedef göstermek için “laikliği, Sünnîlerin Alevîleri ezmesin diye yürürlüğe koyduklarına” dair pespayeliklerle dolu propaganda yaptıklarını Alevîler mutlaka öğrenip tavırlarını değiştirmelidirler.
Dersim hâdisesinden sonra, CHP ilkeleriyle aynîlik kazanan rejimin, Alevîleri “siyasî temsil ve inanç imkânı sunacağız” sözleriyle aldattıklarına ve Kemalist idarecilerin “kurtla bir olup kuzuyu yedikten sonra çobanla oturup ağlayan” zâlim olduklarına Türk ve Kürt Alevîler yürekten inanarak açıklamalı ve Sünnîlerin “millet” birlikteliğine dahil olmalarının tarihî bir zaruret olduğunu anlamaya çalışmalıdırlar.
Siyasî bir anlayış taşımadan ifade etmek isterim ki, Alevîler CHP’nin neyi olurlar? Bir kısım Alevîler niçin cellâtlarına tahabbüb ederler? Bu sualler üstüne düşünmedikçe Sünnîleri ve “millet” içindeki yerlerini anlamalarının gecikebileceği gibi huzur ve barışı da kendi elleriyle uzaklaştırmaya devam etmiş olacaklardır.
Tarihteki siyasî mülâhazalar yüzünden meydana gelen hâdiseleri konuşmanın lüzumsuz olduğuna inanan ve Muharrem Ayı’nın mânasınca ehl-i beyt’in ruhlarına duâ eden Sünnî bir Türk, yani “Hakk’a tapan milletin” bir mensubu olarak, Alevîleri “milletdaş” bilmenin kararlılığıyla şu samimi suallerimin anlaşılmasını istiyorum:
1- “Dersim Faciasının” müsebbipleri olan devrin Kemalist cumhuriyet idarecilerinin, Türkiye’nin Sünnî Türklüğüyle hiçbir zihnî, fikrî, imanî ve amelî bir bağının olmadığına inandıklarını söyleyerek, oluşmuş yargıların daha çabuk yıkılmasını sağlayabilirler.
2-“Dersim faciasının müsebbibi olan Kemalist cumhuriyet idaresinin bu denî tenkil eylemine Sünnî bir Türk Cumhuriyeti adıyla girmediğini Alevî milletdaşlarımız da tescil etmelidirler.
3-“Dersim katliamının” CHP fikriyatıyla, yani Altı Ok ilkeleriyle kurulan cumhuriyet devletinin aldığı karar neticesinde gerçekleştiğini, Alevî adıyla faaliyet gösteren bütün dernek, vakıf, cemevi gibi kuruluşlar “deklare” etmelidirler.
4-1937 yılı öncesi ve sonrasında cumhuriyet idaresinin, Alevîlerden daha çok, Sünnî geleneğe sahip bin yıllık millet-i hâkime’yi devlet ve medeniyet olarak temsil eden Türklüğe darbe vurmuş ve değerlerini “reddi-i miras” etmiş olduğunu âşikâre söyleyerek, Sünnîlerle daha fazla yakınlaşmaya yardımcı olmalıdırlar.
5-Altı Ok ilkeleriyle aynîleşen cumhuriyet rejiminin, Alevî ve Bektaşî dergâh ve ocaklarını kapattığı gibi, ülkenin asırlardır kurucu hâkim anlayışının dinî terbiye kurumları olan Sünnî tekke ve dergâhları da kapattığını kabul ederek, “Dersim Faciasının” Sünnî Türklerce tasarlanıp yapılmadığını, Dersim’in orta yerinde bir barış şenliği üslûbu içinde ilân etmelidirler.
6-“Millet”in bir parçası olarak Alevîliğin bir din değil, kendi ölçülerince bir tarikat, bir yol olduğuna inandıklarını söylemeleri, “millet” birlikteliğine yardım bakımından en kâmil bir açıklama olacaktır.
7-Aradaki bâzı ayırıcı perdelerin kalkması için, Hz. Peygamberimizin ehl-i beyti olan Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hüseyin, Hz. Hasan’ın yâdedilmesi hususunda Sünnîlerin son derece vecd ve samimiyet içinde olduklarını söylemelidirler.
TASAVVUF, ALEVÎLERİ VE SÜNNÎLERİ DAHA ÇABUK YAKINLAŞTIRIR
8-Bu ülkede ancak Alevî tasavvufunun Sünnî tasavvufla ortak yönlerinin olduğuna inanarak, tasavvufî kavram ve anlayış sâyesinde bir düşünce zemininin kurulabileceğini, ideolojik bakışın sertleştirdiği yargılardan tasavvufî terbiye ile uzaklaşılacağını, milletdaşlığın daha bir pekişeceğini, kırık kalplerin bu yolla daha çabuk tâmir edileceğini, böylelikle Sünnîlerle Alevîler birbirlerini daha samimi ve mânalıca dinleyip anlayabileceklerini oturup düşünmelidirler.
9-“Alevîlik, akaidi olmayan, fakat İslâm dairesi içinde inanç usul ve kavramlarının mesuliyeti kendilerine ait bir tarikat, bir yoldur” sözünü hüsnükalple kabul ederek, “millet” dairesi içinde yer almanın gerektiğini âcilen düşünmeye başlamalıdırlar.
10-Hz. Ali (r.a)’nin tasvirinin (İslâm’da tasvirin olmadığını, hususen halifelerin ve ehl-i beyt’in tasvirlerinin takvaca hiç hoş karşılanmadığını hatırlatırım) hemen bitişiğine M. Kemal’in fotoğrafını koymanın bir çelişki olduğunu, şâh-ı velâyet olan ve Hz. peygamberin hadisinde tazimde bulunulmasını buyurduğu bu mübârek halifeyi, asr-ı saadet düşüncesiyle irtibatı olmayan ve 20. asrın pozitivist fikirleriyle yetişen M. Kemal’le yan yana göstermenin abesliğini bir an önce kavramalıdırlar.
11-Sünnîlerin, İslâm akaidine uygun şekilde, Hz. Ali’yi şâh-ı velâyet ve ehl-i beyt’in tacidarı bilip, Muharrem Ayı’nda aşûre günü tertip ederek duâ ettiklerine yüreklerinin bütün gücüyle inanmalıdırlar.
“ŞÂH-I MERDAN ALİ” HATTINI CEMEVİ’NE HEDİYE EDEN SÜNNÎ ÖĞRETMEN
Taşra üniversitelerinin birinde adı İsmail olan öğretim görevlisi Sünnî bir Türk, “Türkiye’nin Toplumsal Tarihi” derslerinde tasavvuftan yola çıkarak Sünnîleri ve Alevîleri “millet” dairesindeki yerlerine oturtur ki, Alevî talebeler samimiyetle dinlerler ve hayret içinde “hocam, bu anlattığınız kavramlar bizim anlayışımızda da var” demekten kendilerini alamazlar. Bu dersler Alevî talebelerin kalbî istekleriyle hocanın bürosunda daha bir kuvvetle sürüp gider, Sünnî ve Alevî tasavvufunun benzer kavramları sâyesinde “dildaş” olup çıkarlar.
“Türkiye’nin Toplumsal Tarihi”ne cumhuriyet ideolojisi ve “argümanlarıyla” değil, tasavvuf ve medeniyetçi bir zaviyeden bakan Sünnî Türk öğretmen bu dostluğun sembolü olarak kendi hususî sanatıyla ebrû zemin üzerine yine ebrû ile simetrik bir şekilde, Şâh-ı Enbiya Hz. Peygamber (s.a.v)’ın Şâh-ı velâyet Hz. Ali’ye (r.a.) hediye ettiği Zülfikar’ın iki tasvirini yerleştirip, ortasına Kur’an harfleriyle “Şah-ı Merdan Ali” hitabını yazarak tablolaştırır ki, hakikatte ortaya İslâm hat ve motif sanatlarının numunesi bir eser çıkar.
Yanına çokça gelip giden Alevî bir talebeye “şu nâçiz hediyemizi İstanbul Cemevi’ndeki dedeye teslim et ve selâmımızı söyle” der. Hayatında en doğru bilgileri öğrendiği Sünnî bir öğretmenin elinden Cemevi’ne hediye edilmek üzere verilen eserin muhtevasını gören talebe kendinden geçer.
Hâsıl-ı kelâm; Hz. Ali (r.a)’nın yücelttiği “millet”in, yani İslâm’ın ve Hacı Bektâş-ı Veli’nin Makâlât’ındaki nasihatların yolunda yürüyen Alevîler kardeşimizdir, kardeş.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.