Uğursuz ayrılığın sonu
Batı medeniyetiyle birlikte tarihi süreç din dışı bir alana kaymış ve sarkmıştır. Tarihin ekseninde kayma yaşanmıştır. Dolayısıyla Batı medeniyeti Deccalizm bileşenlerinden birisi veya bileşkesinin bir parçasıdır. Siyonizm de onun mütemmim cüzlerinden veya bileşenlerinden birisidir. Batı medeniyeti hayatın parçalanmasıdır. Şizofrenik algıdır. Bundan dolayı da haz eksenli olmasına rağmen mutsuzluk ve bunalım kaynağıdır. Doğrultusu dünya hazlarıdır. Ve buna dayalı beşer ürünü felsefi anlayıştır. Post modernizm sadece bu felsefenin çok parçalı hale gelmesidir. Tarihi süreçte öncelikli olarak din ile siyasetin alanı ayrılmıştır. Ayrışmıştır.
Bu ayrılığa Ebu’l Hasan en Nedevi ‘infisam en nekid’ demektedir. Max Weber buna başka bir makamda ‘iron cage/demir kafes’ diyor. Bu demir kafes insanlara nefes aldırmıyor. George Orwell’ın ‘big brother’ tabiri de buna işaret etmektedir. Totaliter kuşatma. Akabinde din ile ilim ve dinin alanları ayrılmıştır. Elbette ki zamanla hukuk ile dinin, ahlak ile dinin alanları da ayrılmıştır. Sonunda Papa 16’ncı Benediktus ve selefinin de ifadesiyle din ile bizzat hayatın yolları birbirinden ayrılmıştır. Dolayısıyla zamanla dinden uzaklaşan hayatın ekseni kaymış ve hayatın kurallarını ve değerlerini bizzat dünya tayin eder hale gelmiştir. İslam’da din ile siyasetin ayrışma miladı Emeviler’dir. Yani Birinci Emaret devridir. İslam aleminde dinin hem siyasetten hem de içtimai hayatın kılavuzluğundan ve rehberliğinden hem de hukuktan ayrıldığı dönem ise Osmanlı’nın çöküşüyle başlayan İkinci Emaret (totaliter) devridir.
Batı medeniyetinin temsil ettiği bu uğursuz kopukluk veya ayrılık devri sekülerizmin ve modernizmin kendi ekseni etrafında tam bir dönüş yapmasıyla sona ermiştir. Zira tarih mustatil yani uzun bir çizgi olmayıp dairevidir ve Batı medeniyeti deveranını tamamlamış ve sırasını savmıştır. Şimdi yeniden hayat ile dinin buluşmasına doğru yol alıyoruz. Arap Baharı bunun ayak seslerini temsil ediyor.
¥
Dostumuz Bedri Gencer, Rıhle dergisinde Dünyevileşme sayısında Batı bağlamında hayat ile din arasındaki kopuş çizgisini ve gelişme seyrini şöyle özetlemektedir: “Westphalia Antlaşması ile din ile politikanın kurumsal olarak ayrılması, sekülerlik olarak adlandırılabilir (Salvatore 2005). Bu anlamda modern Avrupa’da erken sekülerleşme, ‘bir ayrılmalar süreci’ olarak kendini göstermiştir. Rönesans-Machiavelli ile politikanın ahlaktan, Westphalia ile dinden Aydınlanma-Adam Smith ile dinin ekonomiden ayrılması gibi...” Gerçekten de Musevilikte, Yahudiler arasında faiz yasak iken; Katoliklik de faizi genel anlamda Ortaçağ’da yasak olarak görürken zamanla faiz ticari hayatın belkemiği haline gelmiştir. Lakin din ile ahlakın birbirinden ayrışması sürecini Machiavelli ile sınırlandırmak ve ona hasretmek yanlış olur. Zira o sadece siyasi ahlakı dejenere etmiş ve pragmatizm esası üzerine kurmuştur.
Onun veya ahlaksız ahlakın neticelerini veya yansımalarını İslam dünyası bağlamında en güzel özetleyen İttihatçı Ahmet Rıza Bey’in Batı’nın Doğu Politikasının Ahlâken İflâsı adlı çalışması olmuştur.
Lakin siyasi ahlakın dışında toplumsal ahlakın referansı da zamanla din olmaktan çıkmıştır. Batı’da fedakarlık ahlakı yerine pragmatik ahlak hakim olmuştur. Toplum katmanlarına da sirayet etmiştir. Ahlakın kaynağı din yerine felsefe haline gelmiştir. Batı’da ahlakın kaynağının din olmadığına dair bir zihniyet ve süreç gelişmiştir. Bunu teorize edenlerden birisi Alasdair MacIntyre ve onun Aydınlanma Projesidir. Dini otoriteyi reddetmekle Aydınlanma, alternatif bir referans arayışına girmiştir. Immanuel Kant, David Hume, Rene Descartes, John Locke ve John Stuart Mill gibi isimler dini temelli olmayan bir ahlak anlayışına katkıda bulunmuşlardır.
¥
Bu zevatın temsil ettiği epistemolojik agnostisizm veya metafizik belirsizlik dinde çoğulculuğa ve ahlakta esnekliğe veya temelsizliğe kapı aralamıştır. Batı medeniyetinin bu dönüşümü veya eksen kayması İslam dünyasını da sirayet etmiştir. Peygamberimiz bunu ‘dau’l ümem /milletler hastalığı’ kavramıyla ifade etmiştir. Bessam Tıbi dinden kopuk seküler bir ahlak anlayışını İslam dünyasına aktarmak veya dayatmak istemiştir. İslamcılığın panzehirinin dinden arınmış bir ahlak olduğunu öngörmektedir. İlginçtir, Mısırlı Ahmet Emin de, Yevmu’l İslam kitabında (s: 189) Mustafa Kemal’in din ile siyaseti Emevilerle başlayan sürecin sonunda sadece pratik olarak değil teorik olarak ve dayandığı referansı da reddederek ayırmasına karşı çıkmasına rağmen dinin siyasetten ayrılmayacağını ama bilimin dinden ayrılabileceğini ve bunun hem kolay hem de makbul olduğunu savunmaktadır! Yani laikliği bu ayrım boyutunda veya makamında savunmuş olmaktadır.
Bu hususta Dekart düalizmini veya bir nevi İbni Rüşd düalizmini benimsemiş görünmektedir. Ahmet Emin gibiler Ali Ünal’ın ifade ettiği gibi: “Din’in asıl mahiyetinden habersizlik içinde, tarihî Hıristiyanlığın zamanla ilmî zeminini kaybetmesi neticesinde Dekart düalizminin dinî gerçekleri aklî ve ilmî olması gerekmeyen dogmalara indirgemesinin İslâm için de geçerli olduğunu zannediyorlar...” Mesela mucizeleri tevil eden Muhammed Abduh ve Hamidullah Hoca gibiler bu kapsama giriyor. Gerçekler farklı olmaz, düzeyleri farklı olur. Bazen epistemolojik düzey ontolojik düzeyden ayrılabilir. Dolayısıyla ilim ile din arasında gerçekten bir tezat olmaz, sadece algılama düzeyinde yani makam düzeyinde bir farklılık mümkündür. Yani fark özde değil algılamadadır. Körlerin fili tarifi gibi. Zaten İslam literatüründe ilme’l, ayne’l ve hakka’l yakin dereceleri bunu gösterir. Dolayısıyla İslam uleması epistemolojik düzey ile hakka’l yakin düzeyini ayırmıştır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.