Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Amirallare suikast iddiası... Org. Erdelhun ve Özkök!Önce haberi verelim

Amirallare suikast iddiası... Org. Erdelhun ve Özkök!Önce haberi verelim

Gölcük Donanma Komutanlığı’nda yapılan aramada ele geçirilen belgelerden birinde “Amirallere suikast girişimi” iddiasında adları geçen Koramiral Deniz Cora ve Kurmay Albay Ümit Metin hakkında 15’er yıla kadar hapis cezası talebiyle açılan davanın ilk duruşması, önceki gün başladı.

İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmaya, tutuklu sanıklar Koramiral Deniz Cora ve Albay Ümit Metin ile avukatları katıldı. Duruşmada, sanıkların kimlik tespitlerinin ardından 13 sayfalık iddianame okundu.
Savunması alınan sanık Koramiral Deniz Cora; mesnetsiz ve gerçek dışı suçlamalarla mahkemeye çıkarıldığını iddia ederek, demiş ki;
“Sevdiğim ve değer verdiğim komutanlara suikast planladığım iddia edilmektedir... Bugüne kadar yanında çalıştığım ve beni terfi ettiren komutanlarıma nasıl olur da bir suikast düzenleyebilirim? Bu akılla ve mantıkla bağdaşmaz. Kendilerine bile sorsanız bu iddialara inanmadıklarını söyleyeceklerdir!”
Savunmanın devamı da var, ama bize bu kadarı yeter... Haberden de okuduğunuz gibi; Koramiral Deniz Cora; suikast iddialarını reddediyor ve “Bugüne kadar yanında çalıştığım ve beni terfi ettiren komutanlara nasıl olur da suikast düzenleyebilirim?” diyor.
Aksini iddia etmiyorum...
“Düzenler” de demiyorum,
“Düzenlemez” de demiyorum.
Kararı verecek olan elbette İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’dir.
Yalnız, tarihte bunun örnekleri var... Tarihte; “Genelkurmay Başkanları” bile, emirleri altındaki “teğmen”ler tarafından itilip-kakılmış ve hatta, götürülecekleri yerlere “otomobil”le değil, “çöp arabaları” ile taşınmışlardı.
Mesela, Rüştü Erdelhun...
GÖZALTINA NASIL ALDILAR?
Önümde 3 Haziran 1960 tarihli Tercüman gazetesi duruyor...
Gazetenin 1. sayfasında, 27 Mayıs gecesi “eski devlet ricalini nasıl tutukladığını” anlatan Veteriner Okulu Komutanı Tuğgeneral Burhanettin Uluç’un açıklamalarına yer verilmiş!..
Başbakan Adnan Menderes ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı teslim alan, dahası dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü Erdelhun’u evinden zorla çıkaran Tuğgeneral Burhanettin Uluç, “Celal Bayar’ı da ben tevkif ettim” demiş ve “o gecenin ayrıntıları”nı şöyle anlatmış:
“İnkılap günü saat 03.30’da silah sesleriyle uyandım. Hemen Harp Okulu’na geldim. Harp Okulu Kumandanı Sıtkı Ulay’ı kapıda gördüm. Vaziyeti anlamıştım. Kucaklaştık, birbirimizi tebrik ettik.
Kendisine henüz tevkif edilmemiş bulunanların kimler olduğunu sordum.
İlk iş olarak Erdelhun’u tevkif vazifesini aldım.
Teğmen Özdemir Çakmaklı ile Teğmen Tuncer beraberimde olduğu halde Harp Okulu’ndan ayrıldık.
Yolda bir tankla bir tepkisiz topu aldık ve Erdelhun’un evine dayandık.
Kapıyı defalarca çalmamıza ve ordunun idareyi ele aldığını yüksek sesle tekrarlamamıza rağmen Erdelhun cevap vermedi.
Teslim olmasını, kendisine bir fenalık yapılmayacağını söyledik, yine çıt çıkmadı.
Bunun üzerine aşağıdan bir asker getirerek dipçikle kapıyı kırdık.
Erdelhun giyinmiş, şapkasını sol eline almış, koridorda duruyordu.
‘Buyurun sizi Harp Okulu’na götüreceğiz’ dedik...
Tabancasına sarıldı. Teğmen Çakmaklı, üzerine atılarak silahını aldı. Erdelhun yürümemekte ısrar ediyordu. Zor kullanarak kendisini aşağıya indirdik ve Harp Okulu’na doğru yola çıktık. Yolda Teğmen Çakmaklı ile Erdelhun arasında şu konuşma geçti.
¥ Erdelhun: Rica ederim sen bir teğmensin, ben bir orgeneralim, bana müdahale edemezsin.
¥ Çakmaklı: Şu anda benim teğmenliğim, sizin orgeneralliğinizden değerlidir. Çünkü siz üniformanızın şerefini korumasını bilmediniz.”
Görüyorsunuz değil mi;
Bir Genelkurmay Başkanı, hem de bir “teğmen” tarafından gözaltına alınıyor...
Ortada ne bir “yargı kararı” var, ne de “saygı!”
Tam aksine “küstahlık” var!..
Ne demek istediğimi, herhalde anladınız...
27 Mayıs 1960’ta gözaltına alınan ve sorgulanan insanların, şimdiki komutanlar gibi, mahkeme binasının terasında “çay-kahve içme” gibi bir lüksleri yoktu!..
O zaman gözaltına alınanlar, götürülecekleri yere “çöp arabaları” ile taşınmışlardı!..
Eğer bu “iki manzara”yı karşılaştırırsak, rahatlıkla diyebiliriz ki; Türkiye, “demokrasi” ve “insanlık” konusunda epeyce mesafe katetmiş!..
Hiç olmazsa evlerinin kapıları “tekme” ve “dipçik”lerle açılmıyor, “çöp arabaları” ile taşınmıyorlar!
Peki, sormak gerekmez mi;
27 Mayıs 1960 Darbesi’nde, “kendilerini terfi ettiren” komutanlarının evine “tekme” ve “dipçik”le giren, onu “çöp arabası” ile taşıyan bir asker, ona “suikast” düzenlemeyi hiç düşünmez mi?..
Kaldı ki, o askerler, daha sonraki bir yolculuk esnasında, Erdelhun Paşa’nın yüzünü “tükürük yağmuru”na tutmuşlardır!..
Demek ki, neymiş;
“Komutanın kapısına dipçik” vuran bir asker, aynı dipçiği “komutanın kafasına” da vurabilir!..
ORG. ÖZKÖK’ÜN SEFERTASI!
Geçelim...
1960’lı yıllardan 2004’lere gelelim...
13 Temmuz 2008 tarihli Radikal’de, “Darbe girişiminin fotoğrafı netleşiyor” başlıklı haberinde, 3 Mart 2004 günü Ankara’da düzenlenen bir “toplantı”dan söz eden Murat Yetkin, diyordu ki;
“New York’taki Kıbrıs görüşmelerinin ardından Ankara’da bir toplantı düzenlendi. Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ün ev sahipliğinde 3 Mart 2004 tarihinde Hilafetin İlgası ve Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun yıldönümü kutlandı.
Günler öncesinden basına duyurular yapılmış, Hilmi Özkök’ün planlı bir yurtdışı seyahatinde olduğu gün özellikle seçilmişti.
Aytaç Yalman; toplantıya Genelkurmay Başkanvekili sıfatıyla katıldı. Toplantıya eşleriyle gelen NATO üyesi Türk generalleri; ‘Emperyalist Amerika ve Avrupa ile ilişkilerimizi keselim’ konuşmalarını alkışladı, Ulusal Birlik Kuvayı Milliye Hareketi bildiler dağıttı.
Toplantı salonuna hâkim olan hava, açıkça siyasiydi.”
Yazısına şöyle devam ediyordu Yetkin;
“İşte o günlerde Ankara kulisleri bazı tuhaf haberlerle çalkalanmaya başlamıştı.
Orgeneral Hilmi Özkök, karargâhta yemek yemiyor, öğle yemeğini ya evden getiriyor, ya da er yemekhanesinden getirtiyordu... Kahve ve çay da içmiyordu...
Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne sağlık kontrollerine dahi gitmiyordu.
İddialara göre, bunun nedeni canına kastedilecek olmasına karşı önlem almaktı.
Özkök’ün; doğruladığı gibi, o dönem yasadışı örgütlerin suikast yapacağına dair ihbarlar, alınan önlemler vardı. Ama iddialar doğruysa bu önlemler, Genelkurmay Başkanının canına kastedebilecek tertiplerin karargâha, karargâhın mutfak ve sağlık birimlerine dek sızabileceği endişesine mi yol açmıştı?”
HANGİ HASSASİYETTEN?
Murat Yetkin, bu soruyu 11 Haziran 2008’de görüştüğü Hilmi Özkök’e sorduğunu ve ondan şu cevabı aldığını yazıyordu haberinde;
“Yemeklerimi bir süre evden getirdiğim doğru. Bunun nedeni midemin biraz hassas olması, eşimin de benim yediklerime dikkat etmesi. Karargâhtaki yağ biraz ağır olur düşüncesiyle evde hafif gıdalar hazırlıyordu, ben de onları yiyordum... Başka bir şey değil.”
Mi acaba?
Koskoca Genelkurmay Başkanı, istediği yemekleri “Genelkurmay mutfağı”nda hazırlatamaz mıydı?.. Tamam, Org. Hilmi Özkök, son derece “nazik” bir insandı ama, bu derece de nazik olunmaz ki!..
Elbette “suikast endişesi taşıdığını” söylemesi beklenemez... Elbette “durumun hassasiyeti”ni değil, “midesinin hassasiyeti”ni gerekçe gösterecek...
Yoksa, “cuntacı”larla savaşması gerekirdi ki, bunu da herhalde “tek başına” yapamazdı!..
Çünkü, etrafında “kuşatma” vardı!..
Dolayısıyla; Org. Hilmi Özkök ne derse desin, “kamuoyundaki genel kanaat” hâlâ şudur:
“Bir suikasttan çekindiği için, yemeğini evinden sefertasıyla getiriyordu!”
Demek ki, neymiş;
“Komutanlara da suikast” düzenlenebilirmiş!.. Tıpkı, Eşref Bitlis’in de bir “suikast”la öldürüldüğü gibi!..
“Amirallere suikast” niye olmasın?!?
İhtimaldir padişahım,
Derya tutuşa!..

Bunlar da kim ya?!?

Herhalde hatırlarsınız... “Muhsin Yazıcıoğlu ve yol arkadaşları”nın hayatlarını kaybettiği “helikopter kazası”(!)nda, helikopterde bulunan gazeteci İsmail Güneş’in telefon konuşmaları yansımıştı gazete ve televizyonlara... İsmail Güneş; kendisini arayanlara “yerlerini” tarif etmeye ve dolayısıyla “yardım” istemeye çalışırken, bir an, şöyle bir şey söylüyordu: “Bunlar da kim ya!!!”
İşte o “bunlar”, acaba “kimler”di?..
Onlar, “kaza”(!) yapan helikopteri “2 saat” sonra bulan ancak “44 saat gizleyenler” miydi?..
O “bunlar”; helikopterdeki “cihazları” söküp, yerlerine yenilerini takanlar mıydı?..
O “bunlar”, son ana kadar konuşan İsmail Güneş’i; nasıl olmuşsa olmuş, “çenesi kırık” olarak bulmuş olanlar mıydı?..
“Çenesi kırık” bir adam, dakikalarca nasıl konuşur?.. Yoksa; İsmail Güneş’in çenesini kıranlar; “Bunlar da kim ya?” dediği insanlar mıydı?..
Acaba “taş”la mı kırmışlardı çenesini, yoksa “dipçik” darbesiyle mi?.. Önce çenesi kırılıp, sonra da “ölüm”e mi terk edilmişti?..
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül; kendisine ulaştırılan bu “bilgi” ve “belge”leri “araştırılması” için Devlet Denetleme Kurulu’na talimat vermiş!..
Öyle inanıyorum ki; cihazları değiştiren “keçi”lerden sonra: “Bunlar da kim ya”lar da ortaya çıkarılacaktır... Çıkarılacak ve o helikopterde ölen 5 kişinin, “taammüden cinayet”e kurban gittikleri belgelenecektir.
Çünkü bu olay “kaza” değil, “cinayet”tir!..
Unutmayalım ki; “kusursuz cinayet” yoktur!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi