Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

“Garblılaşmanın Sırrını Arayan” Zavallı Türkçü Aydınlar

“Garblılaşmanın Sırrını Arayan” Zavallı Türkçü Aydınlar

Atatürkçü cumhuriyet aydınları gibi Ziya Gökalp de Türkçülük fikirleriyle Türkiye Türklerinin bağlı olduğu İslâm medeniyetine istinat edememiş, dinî değerlerine Garb’ın protestan-seküler penceresinden bakmış ve “…Garb medeniyetindenim” aforizmasıyla Müslüman Türklüğe Garb’dan bakarak müstağribliğin en trajik örneğini oluşturmuştur.

Milliyetçiliği hâlâ Atatürkçü cumhuriyet zihniyetiyle idrak eden zümrenin en “başat fikir öncüsü” olan Türkçü aydın Gökalp’in fahiş yanlışlarından biri de “din ve devleti ayırmak, din ve doğu kültürünü ayırmak.”

Bir asra yakın zaman göstermiştir ki, İslâm üzere inkişâf etmiş olan Türk milletinin kimlik ve medeniyet değerleriyle Türkçülük anlayışındaki kurgusal ve eklektik fikirler uyuşmamaktadır. Prof. Dr. Erol Güngör’ün Gökalp’in arızalı Türkçülük anlayışı hakkındaki görüşleri Gökalp’in çizgisini takip edenlere ders olacak mahiyettedir:

“...Biz Gökalp’i burada Türk kültürünü yanlış anlayanların en kaliteli örneği olarak bahis konusu yapıyoruz. Onun Osmanlı tarihini bilmeyişi yüzünden düştüğü apaçık hatâları tekrar teşhir etmeye lüzum yoktur. (...) Gökalp, Fuzulî'nin ‘Leylâ ve Mecnun'u karşısında Şah İsmail masalının, Bakî’nin şiiri karşısında Dadaloğlu’nun, Ebussud karşısında Bektaşi babalarının tutunamayacağını fark ettiği için başlangıçtaki yanlış iddiasını bir başka hatâ ile kapatmaya çalışıyor: Türk halk kültürü bütün parlaklığına rağmen medeniyetin imkânlarından mahrum bulunduğu için geri kalmıştır, şu halde münevverin vazifesi bu kültüre Batı medeniyetini aşılamaktır.”

Devrinin bütün Türkçü ve Batıcı aydınları gibi “Garblılaşmanın sırrını arayan” Gökalp’in İslâm’a ve Türklüğe bakışı pozitivisttir. “Maddî âlemin kanunları mânevî âleme tatbik edilemez. Fikirlerini Durkheim ve Comte’cu felsefeden kopya ederek kurar ki, bu fikirleri “Türkçülüğün” bütün mevzularına giydirir: “Varlık dört şekil arzeder: Madde, ruh ve cemiyet. Her birinin kendine has kanunları vardır ve ayrı bir ilmin konusudur. Determinizmden hürriyete diden bir yol bu.”

TÜRKÇÜLER, POZİTİVİST DURKHEİM VE COMTE’UN FİKİRLERİNDEN BESLENMİŞTİR

Gökalp sosyal bir deterministtir. Bütünüyle Durkheim sosyolojisinden kopya ettiği görüşler, İslâm’ı esas alan Türklüğe zıt görüşlerdir. “İptidai bir cemiyette şahsiyetin az geliştiğini” ileri sürer. Garb’ın fikirleriyle müstağribleşen Gökalp ve benzeri Türkçü aydınlar asırlar öncesinin sahabelerin, mezhep imamlarının, âlim ve ediplerin son derece farklı ve çeşitli nüanslar taşıyan özellikleriyle birer “şahsiyet” olduğunu göremeyecek kadar zihinlerini gerçeklere kapatmıştır.

“Garblılaşmanın sırrını arayan” posa fikirlerinden birkaç başlık onun ve benzeri Türkçülerin İslâm eksenli bir dünya görüşüyle ne kadar tezat bir çizgide olduklarını gösteriyor: “Ferdin fikirlerini, zevklerini şuur yoğurur. Bu yeni tip insan Avrupa’da rönesansla yaşıttır. Orta çağda yaşayan Türkler de ve diğer Müslüman milletler de henüz ortaya çıkmamıştır.”

“Şahsiyetin” Batı’daki gibi dinden neşet eden değerlerden azâde “hür” düşüncenin sahibi bir şuurla ortaya çıkacağını ileri sürer. “İslâmiyetin nasçı ve hükümdarın mutlak hâkimiyetine karşı olduğu ölçüde şahsiyetli olunabileceğini…” ifade eder ki bu görüş, pozitivizmin kurucusu Comte’un ve Durkheim’in görüşlerinin aynısıdır. Türkçü düşüncenin dine, dolayısıyla İslâm’a bakışını Comte’un pozitivist “Üç Hâl Kanunu”nu taklit ederek kurar: “1-Teolojik merhale (fetişizm, çok tanrıcılık, tek tanrıcılık. 2- Metafizik merhale (insan hadiselerin cevherini akıl yoluyla bulmağa çalışır). 3- Pozitif, yani ilmî merhale.”

Gökalp’e göre “ ilk merhalede insanlık dinin tesiri altındadır; peygamberlere ve evliyalara inanır. İkinci merhalede ulema yol göstericidir. Nakil akılla çatışmaya başlamıştır. Üçüncü merhalede müspet ilimler dinîn bir nas değil, tarihî tekamülün ifadesidir. Dinle felsefenin hedefi aynıdır. Ruhla tanrının kaynaşması…”

Görüldüğü üzere Gökalp ve onun çizgisini sürdüren Türkçülerin İslâm’a bakışları tevhid inancından uzak ve bütünüyle Batı’nın ilmî zihniyetine istinat eder. İslâm’ı reddetmez fakat fikirlerindeki İslâm, Garb’ın Protestanlığı gibi laik bir zeminde yerini almalı, ezan, kamet ve bütün dua ve ilahiler Türkçeleşmelidir. Câmilerde musiki ve sıra olmalıdır.

TÜRKÇÜLERİN KIZIL ELMA’SIYLA İSLÂMLAŞMIŞ TÜRKLÜĞÜN İ’LÂ-YI KELİMETULLAH ANLAYIŞI BİR DEĞİLDİR

Ona göre, “İslâmiyet, yabancı milletlerin harsına dayanıyor. Kızıl Elma’da Arapların, İranlıların, Avrupalıların dinlerini benimsemişiz.” Dahası var; Durkheim’in pozitivist “cemiyeti” yerine “milleti” koyar. Comte ve Durkheim’in “cemiyette bulduğu bütün ilahî vasıfları millete aktarır. Tanrı inancı yerine millet inancını koyar. Milliyetçilik bir din olmuştur. Millî cemiyetin tanrılaştırılmasıyla cemiyet ne isterse olur” fikri en temel ilkelerdir.

Türkçü aydınlar, “millî bir din”, yani sekülerize edilmiş, dinin hayatta tesiri azaltılmış Batılı toplum ölçüleri içinde millî bir İslâm’dan yanadırlar. Dinin yerini daha çok “ülkü” kavramıyla karşılamayı tercih ederler. Bu ülkü, İslâm’ı tek esas alan bir dünya görüşü değildir. İslâm sadece unsurlardan bir unsurdur. Onların hayâli “Türk Millî ruhudur.”

Bu ruh “ Türk ülküsünü” bulacaktır. “Türk Asya’daki dönem hariç, İslâm zamanlarında Arap, Farisî ve Bizans gibi yabancı harslarla kuşatılmış ve Kızıl Elma’ya, yani ‘büyük ülküye’ ulaşması engellenmiştir.” Türkçülerin “Kızıl Elma” sıyla, İslâmlaşmış Türklerin “İ’lâ-yı Kelimetullah anlayışıyla muhteva olarak apayrıdır. Türkçülerin “Kızıl Elma”sında İslâm her şeyi belirleyen ulvî bir değer olarak yer almaz. Kızıl Elma’nın gayesinde ve onu gerçekleştirenlerin fikirlerinde Türk ruhu İslâm yerine sentezci ve laik bir yapıya sahiptir.

Türkçülere göre bu ruh ve ülkü ancak Atilla, Cengiz gibi hakanların zamanlarındaki cengaver ruhla elde edilebilir. Görülüyor ki, Türkçülerin “Tür millî ruhu”ndan anladıkları bin yıllık İslâmlaşmış ve medeniyetleşmiş Türklük değil, İslâm öncesi şaman hükümdarların medenî muhtevası olmayan İslâmsız cengaverlikleridir.

Tekrar belirtmek fayda vardır; Gökalp ve benzeri Türkçüler bu târiflerin içine İslâm’ı sokarken tamamen seküler ve laik bir anlayış zemininden hareket ederler. Gökalp, tasavvuf yanlısı olmamasına rağmen bir sufi gibi bir şiirinde “Gövdelerde kesret var / Gönüllerde vahdet var / Fertler yok cemiyet var / Lâilâheillallah” diyerek, Avrupa’nın maddeci, pozitivist ve seküler “cemiyet” anlayışını hâşâ “Tanrılaştırır.”

Fakat onun, şiirinde vurguladığı “Allah, Kur’an’ın Allah’ı değildir.” Tasavvufun baktığı “Allah da değildir, onun Allah’ı kudsiyet atfettiği cemiyettir. Cemiyeti ruhu, ilâhî ruhun yerini alır.” Comte ve Durkheim’in görüşlerinin tıpkısı olan “müspet ilim, daha doğrusu sosyoloji dinin yerine geçer.”

AKLA ZİYAN BİR TEZ: TÜRKÇÜLERE GÖRE “İSLÂM ÖNCESİ TÜRKLER DEMOKRAT VE FEMİNİSTİLER”

1914’te Türk Ocağında Halide Edip Adıvar tarafından sahneye konan “Kenan Çobanları” adlı oyunda kadınların rol icabı başı açık sahneye çıkmasını tavsiye edenler de Türkçü aydınlardı. Ziya Gökalp, Türk kadının kişiliğine Akçura gibi, Batı’nın laisizm cephesinde bakmaktadır. İslâm öncesi Ortaasya Türklerinde kadının erkeklerle eşit durumda itibarlı bir yerinin olduğunu belirterek, mensubu olduğu milletin toplum tarihine müsteşriklerin gözüyle bakıyor. Şu garabet dolu ifade ona aittir: “Eski Türkler hem demokrat, hem de feministtiler.”

Bu görüşe devrin Türk Ocakları Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver de katılır: “Halkçılığımızın ilk kararı ise, Türk kadınını müşterek gayrete davet oldu. Bundan on dokuz sene evvel (1911) Türk Ocağı’nın hariminde Türk kadını idare heyetinde faal bir aza idi. İstanbul halkının alışmamış gözleri önünde piyanosunu çaldı, şarkısını söyledi, tiyatroda temsil vazifesini üzerine aldı, şiir okudu, hitabesini irad etti...”( a. g. e., 185).

Türkçüler, oryantalist bir zihniyetle sanki İslâm toplumunda kadına eğitim yasakmış gibi peşin hükümlüdürler. İslam’da kadına eğitim yasağı olmadığını gökler ve yerler dahi bilir. Kadının, İslamî ölçü ve vasıtalar dahilinde eğitimde yerini alması, asırlardır şehirleşmenin derecesine göre zaman almıştır.

Türkçüler, iddia ettikleri fikirleri bizzat Türk dünyasına giderek, oradaki toplumu tanıyarak elde etmiş ve bu sonuca varmış değillerdir. Türkçülerin bu indî fikirleri, 1800’li yıllardan itibaren hızlanan Avrupalı ve Rus Türkologların büyük oranda maksatlı Türkoloji araştırmalarından aktarılan ideolojik ve kurgusal fikirlerdir ki, Türkiye’deki Müslüman Türk toplumunun içtimâî ve dinî müesseseleriyle sosyo-kültürel bakımdan uyum sağlayan bir değeri yoktur.

TÜRKÇÜLER TÜRK KADININA ORYANTALİSTLER GİBİ BAKIYORLAR

İslâm öncesi Türk cedlerimizde hükümdar hatunlarının konumu tamamen boy ve aşiret toplumun yapısının ürettiği bir gelenektir. Kağanın yanında hatununun olması ve onun fikrinin sorulması, kadınların eşit ve medenî konuma bir sahip olduğunu göstermez. Bütün kadınları bağlamayan bu durum sadece beylerin ve kabile ileri gelenlerinin hatunları için geçerlidir. Dahası, evliliklerin getireceği iktidar gücü ve akraba nüfuzuyla alâkalı statülerdir.

Selçuklu ve Osmanlı döneminde “Türk kadınının durumunun Afrika’daki zenciler gibi” gösterilmesinin gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Detaylı bir mevzu olan Türklerde kadın meselesinde Türkçülerin zihniyetinin ne kadar çarpık ve kopyacı olması çok hazin!

Türkçülerin, Semerkant, Buhara gibi beldeleri kuran, İslâm’la tanışıp yerleşik medeniyeti inşa eden, ilim ve irfanı millet ve devlet yapısıyla buluşturan ceddimizin İslâmîleşme gayretlerine dair tek satır görüşleri yoktur. Sosyal düzen ve kültürel bakımdan referans gösterdikleri 7. ve 8. asırdaki ceddimizin “devlet ve toplum hayatında kadın hakları, eşitlik ve laiklik gibi anlayışlar olduğu” fikri son derece gülünç iddialardır.

Türkçülerin bugünkü varisleri Garbçı tesirlerden arındıklarını söyleseler de bol miktarda ürettikleri medeniyet tasavvur ve teklifleriyle hâlâ Garbçı eklektik dokudan kurtulamadıkları görülüyor. Onların problemi yekpâre olarak “Müslümanca düşünen” ve tasavvur edebilen bir aydın recüliyetinden mahrum olmalarıdır.

Hâsıl-ı kelâm; mütefekkir Nurettin Topçu’nun ifadesiyle “Hâlâ içimizde Garblılaşmanın sırrını ve sanatını arayanlara milliyetçi adı verilmektedir.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi