Ahmet Kekeç

Ahmet Kekeç

Dana kovalayan yazar...

Dana kovalayan yazar...

Self-plagiarism devam ediyor gördüğünüz gibi... Sakın ilişmeyin. Bayram ritüellerini yerine getirmekten düşünmeye ve yazmaya vakit kalmıyor ki...

Mezarlığa gidilecek, rutin bayram ziyaretleri gerçekleştirilecek, dana kovalanacak, uygun ve ‘bileğine güçlü’ bir kasap aranacak, kasap acemi çıkacak, falan filan...

Hayır, ben dana kovalamadım ama, koskoca bir gününü ‘dana da kovalanılan’ mahşeri kurban alanında geçirdim.

Dolayısıyla bittim.

Şimdi de evimde oturmuş, büyük bir pişkinlikle, okuduğum eski bir kitaptan, eski gerçekliklere ilişkin bir yazı derleştiriyorum...

Reggiani’yi anlatan yazımda da söz etmiştim. Siyah-beyaz sessiz filmleri hiç sevmedim. Edith Piaf’lı ‘1945’ ne berbat şeydir öyle, ‘sesli’ olmasına karşın... Charlie Chaplin’leri de sevmedim. ‘Potemkin Zırhlısı’nın niçin bu kadar çok önemsendiğine hiçbir zaman anlam veremedim. Tarkovski’de karşımıza çıkan ‘derin anlam’ ve ‘yüksek filozofi’nin bu tür filmlerin semtine dahi uğramadığına inandım.

Haltetmişim...

Bir kitabı bazen bir cümle için okursunuz. Bir cümlenin size kattıkları, kazandırdıkları...

Ya da bir tek imaj, bir tek tanımlama için.

Okuduklarınız bazen, beklenmedik biçimde, kafanızdaki anlam kargaşasına son verebilir.

Nicedir aradığım tanımlamayı Paul Auster’ın ‘Yanılsamalar Kitabı’nda buldum.

İşte ben de ‘haltetmişim’ duygusu uyandıran cümleler dizisi... Romanın kahramanı (‘iç anlatıcı’) David Zimmer’in ağzından:

Sinemaya karşı değilim ama, izlediğim filmler benim için hiçbir zaman önem taşımadı. Herkes nasıl görüyorsa ben de öyle görüyordum onları, zaman geçirten bir şey olarak, ‘hareketli bir duvar kağıdı’ ya da sabun köpüğü gibi...

Resimler ne kadar renkli ya da çarpıcı olursa olsun, asla ‘sözcükler’ kadar tatmin etmiyordu beni. çok fazla şey sunulduğunu hissediyordum, seyircinin hayal gücüne çok fazla bir şey bırakılmıyordu.

Filmler ‘gerçeğe öykünmeye’ ne kadar çok yakınlaşırlarsa, dünyayı yansıtmakta o derece başarısız oluyorlardı; ki dünya çevremizde olduğu kadar içimizdeydi de...

Bu nedenle içgüdüsel olarak, siyah-beyaz filmleri renklilere yeğlemiştim.

Sessiz filmleri de seslilere...

Bir gece oturma odamda sessiz film komedyenlerinin numaralarını izlerken, ‘ölü bir sanatı’, bir daha asla can bulmayacak olan, tümüyle silinip gitmiş bir türü izlemekte olduğumun farkına vardım.

Bu adamların sanatı, ilk gösterildiği yıllardaki kadar taze ve cana can katıcıydı. çünkü bir göz sentaksı, salt kinesisten (konuşmayla birleşmiş vücut dilinin incelenmesi) oluşan bir ‘dilbilgisi’ yaratmışlardı.

Eyleme dönüştürülmüş bir düşünceydi bu, insan iradesi kendini insan beyniyle ifade ediyordu, bu yüzden her zaman geçerliydi.

Sessiz filmlerin çoğunun bir ‘hikayesi’ olmazdı.

Şiir gibiydi onlar.

Düşlerin yorumu, ruhun karmaşık bir koreografisi gibi...

Artık varolmadıkları için şimdi bize, kendi dönemlerindeki seyircilere olduğundan daha çok derinden hitap ediyorlardı.

Bizi onlardan ayıran şeyler, aynı zamanda onları en ‘albenili’ yapan şeylerdi: Sessiz oluşları, renksiz oluşları, düzensiz, ‘hızlandırılmış’ ritimleri. Bunlar birer engeldi, seyretmemizi güçleştiriyorlardı, ama aynı zamanda imgeleri, bir şeyleri temsil yükünden kurtarıyorlardı.

Bizimle film arasında duruyorlardı.

Bu yüzden, ‘gerçek dünya’ya bakıyormuşuz numarası yapmamıza gerek kalmıyordu...

Böyle diyor Zimmer.

Bu yazıyı yolladıktan sonra, oturup birkaç siyah beyaz film izleyeceğim. Siz de öyle yapın. Acıtıcı gerçek dünyayla, bizim aramızdaki tek sahici köprü çünkü...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Kekeç Arşivi