Kurban ve 'ölümün devredilemezliği'

Kurban ve 'ölümün devredilemezliği'

Kestiğimiz kurbanlar hayatımızın fidyesi midir? Hayatımız içinde sevdiğimiz varlıkları bize bağışlaması için Allah'a mutlaka bu kurbanların verilmesi mi lazımdır? Kurban verilmezse insanın başına daha mı fazla kaza-bela gelme ihtimali vardır?

Kurban ibadetinde bu anlayışın önemli bir yer tuttuğu bir gerçektir. Oysa bu, kurbanı, hayatı sürekli kana susamış Tanrılara ödenmesi gereken bir bedel sayesinde mümkün gören bir anlayıştır. Buradaki tanrı düşüncesi veya kurban sayesinde tasavvur edilen zihniyet antropomorfik (insan-biçimci), insanlar-arası ilişkilere özgü bir alış-verişçi mantığa oturuyor. Böylece Tanrı kurbanın bedenine ihtiyaç duyan bir faniliğin sınırlarına çekilmiş oluyor. O yüzden kadim kültürlerde kurban edilen nesneler tamamen tanrıya ait görülüp onlara dokunulmaz, çürümeye terk edilir. Kur'an ise “kurbanın ya da etinin değil ancak kurban kesenin takvasının Allah katına erişeceğini” söylemek suretiyle ayrıca kurban edilen hayvanların etini tamamen insanların kullanımına bağışlamak suretiyle kurbanla sağlanan hareketin insan-eksenli “takva” boyutuna dikkat çekmiş oluyor.

Son yazımızda kurbanla ilgili görüşlerini aktardığımız Burhanettin Tatar, tam da bu noktada kurbanın, kurban bedeninin, bir fidye veya bir ikame olarak anlaşılamayacağını savunuyor.

Bu durumda Kur'an'da geçen şekliyle İsmail'in yerine fidye olarak verilen koçun anlamı nedir? Bundan sonra bütün müminlere bir vecibe olarak yüklenen bu koçun anlamı, her seferinde hayatımızı bağışlamak üzere ödenmesi gereken bir fidye midir?

Aslında Allah'a sunulacak kurban bu anlamda bir “ikame” olarak düşünülecekse bu ikameyi sağlayacak fidyenin İbrahim tarafından verilmesi gerekirdi. Oysa kıssanın kendisinde bile fidyenin İbrahim tarafından değil, bizzat Allah tarafından verildiği görülüyor. Yani İsmail yerine fidyeyi veren, kurbanı veren bizzat Allah'tır..

Tatar ise daha felsefi bir mülahazayla, bu fidyeye koçun ölümü açısından bakıldığında daha iyi anlaşılacağını düşünüyor ki, kurbanlığın, “bedenini bizlere emanet ederken ölümünü asla bir başkasına emanet edilemeyecek gerçeklik olarak beraberinde götürmekte” olduğuna dikkat çekiyor.

“Böylece kurban ölürken, bir başkasının ölümünü ertelememekte ya da engellememektedir. O, sonuçta kendi adına ölmektedir. Bu durum, gerçekte kurbanın bir başkasının yerine-bir başkası için-ölmediğine işaret ederek tüm “ikame” teorilerini temelinden sarsar. “İkame” teorileri, sanki kurbanın ölümünün, bir başkasının ölümünü ertelettiği ya da engellediği veya “ölümün belli bir süre başkasına devredilebilirliği” varsayımına dayanır.

Oysa Tatar'a göre, tam İsmail kurban edilecekken koçun gönderilmesi, asla koçun Hz. İsmail'in yerine ve onun için kurban edildiğini göstermez.

“Zira ölüm bilincine sahip olan ve ölüm bilinci doğrultusunda kurban edilmeyi kabullenen İsmail'dir. Daha açıkçası, insan hayatının ve bedeninin ölüm bilincine kurban edilecek şekilde var olduğunu fark eden İsmail'dir.”

“İsmail'in kurban edilmeyi kabullenmesi, gerçekte bir tercihten ziyade insan hayatının zaten daha doğarken ölüm bilincine kurban olacak şekilde ortaya çıktığının bir dramatik ifadesidir. Her insan, ölüm bilincine erişir erişmez, kendisini bu bilinç doğrultusunda ölüm denen gerçekliğe sunulacak kurban olarak kavrar. Buna zıt olarak, koç ölüm bilincine sahip olmadığı için gerçekte başkasının yerine değil, sadece kendi adına ölür. Gerçek anlamda kurban olan koç değil, İsmail'dir yani İsmail'in temsil ettiği insanlardır. İnsan ölürken, ölüm bilincini ikame eder, ölüm bilincini somut olarak kendi varlığında inşa eder. Bu nedenle insan için ölüm, aynı anda hem bir yıkım hem de bir inşadır. İnsan, bilinç sahibi olmanın bedelini ölümüyle öder. İşte bu bedel ya da ikame nedeniyle gerçek kurban insanın kendisidir.”

“Hz. İsmail, kurban edilmeyi kabullenmekle, gerçek kurbanın insan olduğunu dramatik bir şekilde bize göstermektedir. Koçun ölümü ise, ölümün insan bilinci için ardına düşülmesi gereken en gerçek bir işaret olduğunu ifşa eder. Zira koç, ölürken İsmail'i ölümlü olmaktan kurtarmamakta, aksine ölümün asla bir başkasına devredilemezliğini açıkça sergilemektedir. Daha açık deyişle, koçun ölümü hayatın asla geri döndürülemezliğini yani zamansallığını ortaya koyar. Asla geri dönüşü olmayan bir yolda olmanın en radikal anlamı ölüm esnasında ortaya çıkar.”

Kurbana hayvanın bedensel acısı ve ölümü açısından bakanlar için bu açıklamalar kuşkusuz yeni soru alanları açıyor. Bugünlerde özellikle Rasim özdenören ve Sami Hocaoğlu son yazılarında kurbana hayvanın ölümü açısından yaklaşmanın ne kadar kısıtlayıcı olduğu konusunda aynı paralelde ufuk açıcı yazılarını yayımladılar.

Bu doğrultuda sözlerimi yine Tatar'ın son sözleriyle bağlıyorum. Kur'an'da anlatılan kurban kıssası, “gerçek kurbanın ölüm bilincine sahip insandan başkası olmadığını ve ölüme gidişin ise gerçekte Allah'ın huzurunda hep aynı noktada kalma olayından başka bir şey olmadığını sembolize etmektedir. Böylece kurban olarak kestiğimiz hayvanlar, bizlere bir taraftan ölümün asla bir başkasına devredilemezliğini açıkça gösterirlerken diğer taraftan asıl kurbanların kendileri değil bizler olduğumuzu yeniden ve yeniden hatırlatırlar.”

Kurbanınız mübarek olsun, bayram olsun.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi