Başbuğ olayı... Cezaevi değil, hapishane parçası!
En sonda söyleyeceğimi, ilk başta söyleyeyim... Üzüldüm... Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasına, gerçekten üzüldüm... Bilirsiniz, ben “manyaklık derecesinde duygusal” bir adamım... Son derece “yufka yürekli”yim!.. Şu hâle bakın; memleketin başına “gaile”ler açma plânları yapan bir adam “tutuklandı” diye “sevineceğim” yerde, kalkmış “üzülüyorum!”
Dedim ya, “manyaklık derecesinde duygusal” bir adamım...
Hayır, bazı “sulugözlü”ler gibi hüngür hüngür ağlamadım ama, üzüldüm!..
Damdan düşmeyen, bilemez...
“Demir parmaklık”ların ne demek olduğunu bilmeyen, bu “manevi işkence”yi tatmayan bu “duygu”yu bilemez.
Ben tattım... Ben yaşadım.
Hem de, “İlker Başbuğ zihniyeti” yaşattı bana “demir parmaklık”lar arkasındaki “manevi işkence”yi ama, yine de üzülüyorum işte.
Hiç kimsenin “ceza” görmesini, hele hele demir parmaklıklar ardına atılmasını istemiyorum... Ama, “hapsedilmemek” için, “suç” işlememek gerekir... Ben, herkesin “kendi işini yapmasını” ve dolayısıyla “suç” işlememesini istiyorum.
Biliyorum, bunun mümkünatı yok... “İnsan”ın olduğu her yerde “hata” da olur, “ihmal” de olur, elbette “suç” da olur!’..
Demek istiyorum ki;
“Suç” da işlenmesin,
Kimse “cezaevi”ne de atılmasın!..
Ama, “suç”a bulaşırsan, işte böyle adamın gözünün yaşına bakmayıp, atarlar içeri!.. Hem de; “Türkiye’nin 26. Genelkurmay Başkanı” olduğuna bakmadan!..
BENİ ÇOK ÇOK SEVERDİ!!!
Çok çok iyi biliyorum ki;
İlker Başbuğ, “beni çok sever”di!!!..
“Yazılarımı hiç kaçırmaz”dı!!!..
Satır satır okurdu yazılarımı!.. Hatta, bazı cümlelerin altını çizer; “Elime bir geçirirsem!” derdi...
Eline bir geçersem var ya;
“Sarılacaktı” bana!..
Ama, “boynuma” değil,
“Boğazıma” sarılacaktı!..
Sözün özü;
“Çok severdi” beni, çoookk!..
“Boğazıma sarılacak” kadar!..
Sadece “beni” mi severdi?.. “kâğıt parçası”(!)na “Darbe plânı” diyen “medya mensupları”nı da çok severdi...
26 Haziran 2009’da düzenlediği basın toplantısında dediği gibi; “medya üzerinden TSK’ya karşı asimetrik psikolojik savaş yürütüldüğünü” söylerdi.
Hatta, bir “höt” çeker;
“Savcılardan, bizim için artık kâğıt parçası olan bu belgenin sorumlularının bulunmalarını istiyoruz... Nisan 2009’da hazırlandığını kim tespit etti?.. Belgenin üzerinde hiçbir tarih yok arkadaşlar!.. Artık TSK üzerinden elinizi çekiniz... TSK katlanamaz, seyirci kalamaz. TSK içinde cadı avı yapmayız” derdi.
Evet, “TSK içinde cadı avı” başlatmazdı ama; eğer “plân” gerçekleşseydi, “medyada bir cadı avı” başlatacağından, “onlarca gazeteciyi tutuklatacağından” hiç kuşku yoktu!..
Bei de tutuklatacaktı!..
Dedim ya;
“Beni çok sever”di!..
“Kabak dolması”nı çok seviyor olmalıydı ki; beni de “kabak gibi oyacak”tı!..
Ama, olmadı işte!..
Evdeki hesap, çarşıya uymadı!..
İMZA YAŞ MI, KURU MU?
26 Haziran 2009’da düzenlediği “basın toplantısı”nı hatırlıyor olmalısınız...
İlker Başbuğ’un “İnönü Salonu”nda düzenlediği o toplantıyı yerli ve yabancı basından “toplam 120 basın mensubu” izlemiş ve o toplantı “20’nin üzerinde televizyon kanalı” tarafından “canlı” yayınlanmıştı!..
Aylarca tartıştığımız “İrtica ile Mücadele Eylem Plânı”nın bir “kâğıt parçası” olduğunu, o toplantıda söylemişti Başbuğ!..
Ona göre;
Belgenin altında “ıslak imza” olması gerekiyordu... Oysa imza, ona göre; “ıslak” değil, “kuru”ydu!..
Yoksa “nemli” miydi?..
Evet; o belge, Başbuğ’a göre; bir “kâğıt parçası”ydı!.. Yani, “değersiz”di!..
LAW DEĞİL, BORU!
Aynı toplantıda, “Poyrazköy’deki kazı”larda bulunan “silah ve mühimmat” için de demişti ki;
“Beykoz Poyrazköy’de yapılan kazıların bir tanesinde beş tane boş LAW paketlenmiş olarak bulundu, gömülmüş. Şimdi yani bu boş LAW’ın kullanma olanağı yok. Bu beş tane boş LAW’ı niye gömdüler? Beş tane boş LAW hiç bir işe yaramaz!”
Sonra, “15’i dolu 22 lav silahı”ndan “boş” olanını eline alıp, demişti ki;
“Arkadaşlar bu LAW değil, boru!”
Ne yalan söyleyeyim;
Bir toplantıda “manşetlik 2 lâf” etmek, herkesin harcı değildir!..
Başbuğ’un bu iki sözü, gazetelere “manşet” olmakla kalmayıp, tarihe geçti:
“Belge değil, kâğıt parçası!”
“LAW değil, boru!”
Keşke o sözleri söylemeseydi de, “aslî iş”leriyle uğraşsaydı!.. “Höt” çekmeye çalıştıkça, dikkatleri üzerine topladı ve bir anlamda, kendi kuyusunu kendisi kazdı!..
Yazık oldu, yazık!..
Gerçekten üzüldüm!..
Bir Genelkurmay Başkanı, bu hâllere hiç düşmeseydi!.. Daha doğrusu; kendisini bu hâllere düşürecek “darbe girişimleri”nde hiç bulunmasaydı!..
Dün, “Genelkurmay’ın 1 numaralı paşası”ydı... Bugün ise “Silivri’nin Başbuğ’u” oldu...
Yufka yüreğim, buna dayanmıyor!..
FIRKATEYN’DE GÖZDAĞI
Herhalde hatırlıyorsunuzdur... İlker Başbuğ’un, bir de “Fırkateyn mesajları” vardı...
17 Aralık 2009’da, Trabzon Limanı’na demirli Oruç Reis Fırkateyni’nde “basın toplantısı” düzenlemiş ve üzerine basa basa demişti ki;
“Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı yürütülmekte olan asimetrik psikolojik harekete değinmek istiyorum... Bu konuya değinmemin, özellikle bugün üzerinde beraber olduğumuz TCG Oruç Reis Firkateyni’nde değinmemin özel bir anlamı vardır... Herhalde bunu, herkes açıkça ne demek istediğimi anlamaktadır.”
“Özel anlam” yüklediği bu toplantıda, acaba “açıkça” ne demek istemişti?..
O günlerde, Ergenekon, Kafes, Balyoz ve diğer “darbe iddiaları”nda adı en çok geçen kurum, “Deniz Kuvvetleri”ydi!.. Burası, bir “deniz üssü” değil, “karanlık işler”in döndüğü bir “darbe üssü” olarak anılıyordu.
İlker Başbuğ, acaba “Deniz Kuvvetleri’ne sahip çıkmak” için mi Fırkateyn’de yapmıştı toplantıyı?.. Böylece, “Anlarsınız ya!” demek mi istiyordu?..
MEDYA VE YARGIYA AYAR!
Çünkü o fırkateynde, “Deniz Kuvvetleri’ne sahip çıkmak”la kalmamış, aynı zamanda “medya”ya ve “yargı”ya da “ince ayar”lar vermeye çalışmıştı.
Meselâ, “medya”ya diyordu ki;
“Ne acıdır ki özellikle Türkiye’de medyanın bir kısmının varoluşlarının temel nedeni, gerçeklere ve doğrulara dayanmayan, ön yargılı ve özel amaç taşıyan eleştiriler yaparak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni haksız yere her gün gündemde tutmak ve aleyhine kampanya yürütmektir. Bunlar aynı zamanda kendilerini demokrasinin savunucusu olarak da göstermektedir. Demokrasiyi savunmak için tek çıkar yol, onlar için tek çıkar yol, Silahlı Kuvvetler’in karşısında olmaktır.”
“Yargı”ya da seslenip, diyordu ki;
“Adli makamlar ihbar mektuplarına, özellikle itirafçıların ve gizli tanıkların ifadelerine karşı daha duyarlı ve dikkatli olarak hareket etmelidir. Böyle durumlarda Türk Silahlı Kuvvetleri ile bilgi teatisi ve işbirliği içinde bulunmalıdırlar. Aksi durumlar, kurumlar arası çatışmalara neden olabilir.”
Uzun lâfın kısası;
“Silah” bende, “güç” bende diyordu,
“Ben ne dersem o olur!”
İyi, hoş da;
Sen bir “siyasi” misin, “asker” mi?..
“Eleştirilere tahammül” edemeyip, niye zırt-pırt basın toplantısı yapıyorsun ki?..
Kendini mi savunuyorsun,
“Gözdağı” mı veriyorsun?.
Yoksa;
“Örtbas telâşı” mı yaşıyorsun?..
YÜCE DİVAN OLMAZ, ÇÜNKÜ!
Uzatmayalım... Görev yaptığı süre boyunca, “askeri beyanatları”yla değil de, “siyasi demeçleri”yle öne çıkan İlker Başbuğ, silah arkadaşları, daha doğrusu “plân arkadaşları”nın tek tek “içeri” alınmaları ve içerde de “çözülmeleri” sonucu, önceki gece “tutuklandı” ve “Silivri Cezaevi”ne konuldu!..
Eğer Albay Dursun Çiçek’in, Org. Hasan Iğsız’ın, Korgeneral Mehmet Eröz’ün ve Tümgeneral Hıfzı Çubuklu’nun; “Biz yapmadık, Sayın Komutan yaptırdı” şeklinde açıklamaları olmasaydı, Başbuğ, belki de “dışarıda” olacaktı!..
Bay Kılıçdaroğlu da dahil, hiç kimse bu “tutuklama”dan dolayı “iktidar”ı suçlamaya filan kalkmasın!..
İlker Başbuğ’un içeri atılmasının sebebi; “Bizi yaktı, kendi de yansın!” diyen “plân arkadaşları”nın “itiraf”larıdır!..
Bilirsiniz, “testi” kırılınca “yol gösteren” çok olur... “Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk” defa bir Genelkurmay Başkanı’nın “sivil mahkeme”de yargılanmış olmasına “itiraz”lar var.. Diyorlar ki; “Niye Yüce Divan’da yargılanmadı?”
Tamam da; Yüce Divan’daki yargılamalar, “görev suçları”yla ilgilidir... İlker Başbuğ, “görev suçları”ndan dolayı yargılanmadı ki, “görevi dışında işler çevirdiği” ve “hükümeti yıkmaya teşebbüs” ettiği suçlamasıyla yargılandı...
Dolayısıyla, “sivil mahkeme”de yargılanmasında herhangi bir yasadışılık yok!..
Gelelim; “Niye tutuklandı?” sorusunun cevabına... Eğer bu tutuklama olmasaydı; o zaman da şu soru sorulurdu: “İlker Başbuğ dışarıda iken, diğer komutanlar niye içeride?..”
7 SAATLİK SORGU
Uzun lâfın kısası;
Org. Başbuğ, “üzerine vazife olmayan işler”le meşgul olup, “andıç”lar hazırlattığı iddiasıyla, “7 saatlik sorgu”dan sonra tutuklanmış ve önceki gece de “Silivri Cezaevi”ne konulmuştur.
Keşke, bunu “haketmiyor” olsaydı!.. Ama “askerî işleri tedvirle görevli bir bürokrat” olduğunu unutup; “eylem plânları” ve “andıç”lar hazırlatınca, kendi kuyusunu, kendisi kazmış oldu!..
Yine de ona acıyorum... Hem de; onun bana hiç acımayacağını bile bile!..
Malûm, “belge”lere “Kâğıt parçası” diyordu... “Silivri Cezaevi”ne de, herhalde “Hapishane parçası” diyecektir!..
Ne güzel kahraman olacaktı!
Hani, bir zamanlar Bay Kemal Kılıçdaroğlu bir lâf etmişti... “Bu ülkede” demişti; “Eğer bir darbe olursa, tankın üzerine ilk çıkan ben olurum!”
“Breh, breh” demişlerdi Kılıçdaroğlu’na... “Doğru” demişlerdi; “Tankın üzerine ilk çıkan, gerçekten sen olursun!.. Ama darbeyi engellemek için değil, darbecilere yol göstermek için!”
O günlerde yapılan bu “eleştiri”yi, biraz “insafsızca” bulmuştum... “İnsaf” demiştim; “Adam, belki de darbeye direnmek için çıkar tankın üstüne!”
Şimdi, yanıldığımı anlıyorum... Çünkü, dün “darbeye direnmek” için “tankın üstüne çıkacağını” söyleyen Bay Kılıçdaroğlu, bugün “Hükümeti yıkma teşebbüsü”nden dolayı tutuklanan İlker Başbuğ’a “destek” babında, diyor ki; “Özel yetkili mahkemelerin adalet dağıtan birer mahkeme olmadığını, bunların siyasi otoritenin aldığı kararları onaylayan mahkeme olduğunu daha önce ifade etmiştim. Aynı düşüncemi sürdürüyorum!.. Özel mahkemeler, siyasi iktidarın sopası gibi kullanılıyor!.. Kaldı ki; Anayasa’nın bir maddesi var, Genelkurmay başkanlarının Yüce Divan’da yargılanacağına ilişkin... Bu bile atlanıyor. Burada katledilen bir hukuk!.. Öyle bakmamız lazım.”
Ne demektir bu?.. Demektir ki; “Genelkurmay Başkanı’nı niye tutukladınız?.. Bıraksaydınız da, rahat rahat darbe yapsaydı!”
Kimbilir, “darbe” olduğu zaman, belki de “tankın üstüne” çıkacak ve “kahraman” olacaktı!..
Kılıçdaroğlu, “tutuklama”ya kızmakta haklı...
Adamın “kahramanlık” hevesi kursağında kaldı!..