D.Mehmet Doğan

D.Mehmet Doğan

Başbakanlık külliyesi!

Başbakanlık külliyesi!

Dil budur! Şimdi siz, “kampüs” yerine “ordugâh” veya “kışla” diyebilir misiniz? Halbuki Latince asıllı bu kelime gerçek anlamıyla türkçeye böyle çevrilebilir.

Biz “kampüs”ün türkçeye, bilhassa da üniversiteler hakkında kullanıldığı için, “külliye” şeklinde çevrilmesinin doğru olacağını düşünüyoruz. “Arıdilci” ukalalar şimdi “bayım bu öztürkçe değil!” diyecekler. “Kampüs” ilk defa bugünkü mânasıyla ABD’de kullanıldı. Yani ingilizcenin resmî dil olduğu bir ülkede. Peki ingilizce bir kelime mi “campus”? Batının müşterek kültüründen alınan Latince bir kelime...

Türkiye’de bir zamanlar yanlış bir dil hassasiyeti vardı. Bin yıllık kelimelerimiz öztürkçe değil diye sözlüklerden çıkarılıyor, buyruklarla kullanılması yasaklanıyordu. Bu yanlış hassasiyet tarihe intikal etti. Etti ama, gerçek türkçeye büyük zarar verdi. Son yıllarda hassasiyetsizlik, dilimizi geçmişinden koparma açısından öztürkçeciliğin zıddı bir yolla aynı zararı veriyor.

Türkçe resmî dil olmasa bile, bu coğrafyanın aynı zamanda ortak anlaşma dili. Bütün civar ülkeler için de türkçe önemli. İki sebepten: Birincisi, hâlâ bütün civar ülkelerde anadili türkçe olan veya türkçe konuşan topluluklar var. İkincisi de, bu bölgenin tarihini yazacaklar türkçeye muhtaçlar. Çünkü Osmanlı Devleti başlangıçtan itibaren kayıtlarını türkçe olarak tuttu.

Başbakanlıktan veya hükümetten türkçe hassasiyeti beklemek hakkımız. Devlet olarak bir iddia sahibiysek, geçmişten geleceğe türkçe nehrini güçlü bir şekilde akıtmak zorundayız. Fakat bu beklentimizi boşa çıkaran en açık örnek, eskiden orta mektep talebelerinden sadır olması halinde asla affedilmeyecek hataları yapan Dil Kurumu başkanının hâlâ koltuğunda oturabilmesi. (Dil Kurumu’nda doğru dürüst türkçe bilen kalmadı mı?, 23.02.2010 Yeni Akit)

Dil Kurumu onun zamanında öztürkçecilikten uzaklaştı, fakat batı dillerinin tesirine girdi. Son hazırlanan sözlüklere bakın, bunu kolaylıkla göreceksiniz. Osmanlı zamanında türkçe medeniyet dili olmak iddiasındaydı ve bu iddiayı doğrulayacak bir genişliğe ve derinliğe sahipti. Öztürkçe furyası ile bu genişlik ve derinlik zedelendi. Sığlıktan kurtuluş, kendi dilimizi keşfetmekle olur.

Bir zamanlar Sayın Başbakan’ın “Ulusa sesleniş” konuşmaları hakkında bir yazı yazdım. (20.02.2011, Yeni Akit)

Evet, “ulus” ve “millet” aynı değil. Başbakanın dilinde gerçekte “millet” var, irticali konuştuğu zaman “millet” diyor. Fakat televizyonlarda “ulus”a sesleniyor! Ulusun, ulusçuluğun ne anlama geldiğini de yazıda izah ettik. Bunun üzerine alışılmadık şekilde, bizi Başbakanlıktan bir danışman aradı (galiba Molla Kasım olmalı). Bundan sonra bu programların adını “Millete sesleniş” yapacağız dedi. Ben de şahsen bir teklifim olmadığını, Özal döneminde olduğu gibi daha yaratıcı bir başlık bulunabileceğini söyledim. Malûm Turgut Özal, “icraatın içinden” programında konuşurdu.

Tabii bir değişiklik yapılmadı, Başbakan hâlâ ulusa seslenmeye devam ediyor! Demek ki, Başbakanlık’ta birçok danışman arasında bir de mizahçı danışman varmış! (Bu arada, dille ilgili bir danışmanın da olmadığı ortaya çıkıyor.)

Asıl konudan uzaklaştığımız söylenebilir. Bu doğru sayılmaz. Çünkü bugünkü hükümetin dil hassasiyeti olmadığı gibi, estetik hassasiyeti de yok. Yeni başbakanlık binası Selçuklu mimarisi izleri taşıyacak ve TOKi tarafından yapılacakmış! İnşaatı mı, mimarî projesi mi TOKİ tarafından yapılacak? Bir binayı bir mimar veya mimarlar tasarlar, bir inşaat firması ise yapar. Bu TOKİ de olabilir.

TOKİ son on yılın fenomenlerinden. Daha önce çok TOKİ başkanı gördük ama, böyle ülkenin her yerinde görünür olan bir kurum görmedik. Erdoğan Bayraktar döneminde TOKİ gerçek anlamda var oldu. Koca inşaat sektörünü temsil eden bir hüviyet kazandı. Bayraktar da bu başarısından ötürü bakan oldu.

Bunlar güzel! Fakat TOKİ yapılaşmasını şehircilik bakımından ve estetik açıdan konuşmak durumunda değil miyiz?

TOKİ dağları deviriyor, engelleri yok ediyor ve binalar dikiyor. Şehirlerin fiziki yapısını değiştiriyor. Mesela, Ankara’nın göbeğinde, Aktaş’ta, engebeli araziyi kazıyarak devasa binalar yapmak, maliyet külfeti bir yana, şehir yapısına karşı bir suç teşkil etmez mi?

TOKİ daha önceki toplu konut anlayışını büyük ölçüde devam ettiriyor. Birbirinin aynısı olan yapıları her yerde yükseltiyor. Arada bazı kamu binaları, camiler, okullar filan da yapıyor.

Cami mimarisinde ister istemez, geleneksele benzer bazı unsurlar kullanılıyor. Okul yapılarında da, İttihatçılar dönemindeki mimari eserleri anıştıran bir görünüm hissediliyor. Şunu söylemek zorundayız: Bu ne Osmanlı, ne Selçuklu mimarisidir. Ancak Karadenizli müteahhitlerin Selçuklu veya Osmanlı mimarisini yorumlamaları olabilir!

Bu binalar üstelik, her yerde tekrarlanıyor. Memlekette mimar mı yok? Şehre, arazinin yapısına göre yeni bina tasarlamak gücünden bu kadar yoksun muyuz?

Önce şunu belirteyim: Belki de yeni bir Başbakanlık binası yapmaya gerek yok! Çünkü Başbakanın çalışma mekânı ve bakanlar kurulunun toplanma yeri olarak bugünkü bina yeterlidir. Fakat bürokrasi şişirilereek Başbakanlık binası yetersiz hale getirilmiştir.

İlle de yapılacaksa, bu bina “kampüs” tarzı halktan tecrid edilmiş bir tarzda inşa edilmemelidir. Şehrin içinde, halkın gözünün önünde olmalıdır. Büyük Millet Meclisi’nin etrafında neden duvarlar yoktur? Yeni başbakanlık binası için de bu ölçü dikkate alınmalıdır.

Çocukluğumuzda, 1960 darbesi öncesinde, Çankaya köşkünün bahçesinde halk piknik yapardı. Şimdi duvarlarla, demirlerle çevrili bir Cumhurbaşkanlığı “köşk”ü var (doğrusu “saray”ı olmalı). Başbakanlığın, sembolik bir idarî makam olmaktan öte işlevleri olduğu için, tecrid edilmiş alanlarda inşaası yanlış bir tercihtir.

Belki de “sözümüz yabana!”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
D.Mehmet Doğan Arşivi