Yesribden Medineye
Rahmetli Mahir İz hocam, Müslüman medeni insandır derdi, kaba-saba olmaya hakkı yoktur.
Medeniyeti çoğunlukla kültür ve ahlâk anlamında kullanırdı. Efendimizin, hicret ettiği Yesribin (hoş olmayan, güzel olmayan yer anlamında) adını Medine olarak değiştirmesinde bile bir medeniyet arayışının saklı olduğunu söylerdi.
Sık sık aklıma takılır bunlar. Medeni miyiz? sorusu kafamda dolanıp durur.
Sanırım Hoca haklı: Medeniyet aynı zamanda edebdir, nezakettir, nezafettir, sabırdır, hoşgörüdür, tevazudur, yardımlaşmadır...
Hülâsa: Kaba-sabalıktan şuura, oradan da idrak ve inşa kültürüne yükselmektir.
Bunlar, Devr-i Saadet orjinli yaşam biçiminde, Osmanlı ceddimizin olmazsa olmazlarıydı...
Toplumsal hayat edeb, nezaket, nezafet, sabır, hoşgörü, tevazu, yardımlaşma gibi kavramlarla çerçeveliydi.
Şimdiki gibi selamsız dolaşılmaz, sokakta bağırılmaz, aşırı el-kol hareketi yapılmaz, muhatap küçümsenmez, kimseyle alay edilmez, kusurlar- yüze vurulmaz, bedensel kusurlarla istihzaya kalkışılmaz, toplantılarda uluorta çiklet çiğnenmez, kimse hey, hişt, baksana, lan-len-ülen diye çağırılmaz, sokak ortasında ıslık çalınmaz, kimseye rahatsızlık verilmezdi.
Bu çerçevede belirtmeliyim ki, Osmanlı atalarımız, tanısınlar tanımasınlar, Gülümseyiniz, müminin mümine gülümsemesi sadakadır hadisi ve Selamı yayınız tavsiyesi çerçevesinde, karşılaştıkları herkese gülümseyerek selam verirlerdi...
Tanıdıklarına ayrıca hal-hatır sorarlar, aile efradına (ailenin diğer bireylerine) da selam yollarlardı.
Böylece gönüller bir birine ısınır, geniş anlamlı toplumsal bir mutabakat oluşurdu. Osmanlı gerçek anlamda bir Barış, sevgi, saygı ve kardeşlik toplumuydu.
Tevazu (bunun yerine alçak gönüllüyü uydurduk, ama gönlün alçağı olmaz, gönüller daima yüksektir) ve doğallık sıradan meziyetler sayılırdı. Hayata sevgi-ilgi-bilgi kaynaklı yaygın bir yardımseverlik hâkimdi.
Küstahlık nedir bilinmez, büyüklerin sözü kesilmez, bilgiçlik taslanmaz, ar, namus ve hayâ gibi kutsallar görmezden gelinmezdi.
Kadınlara karşı, dinamiklerini imandan alan derin bir hürmet beslenirdi. Erkek ve kadın arasında mutlak surette bir mesafe vardı.
Sokakta karşılaşılan kadına asla dik dik bakılmaz, derhal başlar öne inerdi. Kadının sokakta rahatça yürümesi için, erkekler kendilerini hafif kenara çekerler, kadına yol verirlerdi (Sonra nasıl olduysa bu durum tersine döndü: Köylerde kadınlar erkeklere yol vermek için kenara çekilip çömelmeye başladılar).
Her kadın toplumsal edebin bir gereği olarak anne, teyze, hâlâ ve bacı olarak görülürdü. Onları rahatsız edecek en küçük davranışta bile bulunulmaz, bulunanı toplum müthiş yadırgar, büyükler derhal müdahale ederlerdi.
Lady Craven erkeklerin kadınlara karşı saygısını aşırı bile bulduğunu itiraf ettikten sonra, Türklerin kadınlara karşı olan muameleleri bütün milletlere örnek olmalıdır diyor.
Osmanlı toplumunda nemelazımcılık yoktu. En azından bu kadar yaygın bir hastalık değildi. Yanlışlara anında müdahale edilirdi: Tüm toplum, kaynağı iman olan geleneklerin gönüllü bekçisiydi...
Geleneksel yapının bozulmaması için herkes üzerine düşeni yapar, bir bakıma her vatandaş gönüllü polis gibi çalışır, herkes ümmet sorumluluğunu yerine getirirdi. O kadar ki, mahalle kabadayıları bile, toplumsal düzene bekçilik ederlerdi
Du Loir, yıllarca incelediği toplumsal yapımızı bize şöyle aktarıyor:
Sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı ise, Osmanlıların yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır... Onlar yalnız Vallâhi şeklinde Allâha yemin ederler.
Du Loir haklı: Osmanlıların hayreti bile zikirdi. Şimdi olduğu gibi Vaaaav yaaaa!.. diye, Amerikan kırması çığlıklar atılmazdı...
Güzelliklerimizden geriye ne kaldı? diye sormak yerine, bunlardan geriye kalanları nasıl kurtarabiliriz? diye sormak gerektiğini düşünüyorum.
Harap eden, tahrip eden biz olduğumuza göre, yeniden İnşa ve ihya edecek olan da biziz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.