Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Türkiye değişiyor, bazıları kavramakta zorluk çekiyor

Türkiye değişiyor, bazıları kavramakta zorluk çekiyor

Sevgili dostlarım...

Bazıları kavramakta zorluk çekse de, Türkiye değişiyor, gelişiyor. Türkiye’yi izlemeye başladığım yerle şimdi bulunduğu yeri karşılaştırdığımda bunu rahatlıkla görebiliyorum.

Aradan yüzlerce yıl geçmedi. Yine de değişim müthiş...

Şimdi benimle bir süreliğine geçmişime gelir misiniz?

Doğu Karadeniz’in şirin bir köyünde dünyaya geldim. Pazar’a (Rize’nin ilçesi) ilk gittiğimde sanırım beş-altı yaşında filandım. İlk radyoyu o yaşlarda gördüm. Konsol büyüklüğünde bir şeydi. “Büyük olmasına büyüktü, ama onca insan içine nasıl sığışıyor?” diye hayretler içinde kaldığımı hatırlıyorum...

Sonra radyo köyümüze girdi. Sadece iki evde vardı. Akşamları yaşlılar toplanır, “ajans” dedikleri “haberler”i dinlerlerdi.

O tarihte “terör” nedir, “anarşi” nasıl bir şeydir bilmezdik...

Ortalık sakindi: Yine de “ajans” dinlemek özellikle yaşlılara çok ilginç gelir, büyük bir “imtiyaz” olarak görürlerdi...

O zamanın teknolojisine göre, radyolar lâmbalıydı. Transistor henüz icat edilmemişti. Ankara Radyosu’nun yayınları parazitli gelir, yaşlılar, konuşmaları daha iyi duyabilmek için avuçlarını kulaklarının arkasına kepçe yaparlar, nefes almadan dinlerler, biz çocuklara çıt çıkarttırmazlardı.

İlk “sefer”im Samsun’a oldu. Babamın çalıştığı “taka” ile gittim. Babamla birlikte makine dairesine iner, saatlerce onu izlerdim. Bu bir nevi hasret gidermekti. Diyebilirim ki, babamı bu sefer sayesinde yakından tanıma fırsatı buldum. Haşin görünüşünün içinde yumuşacık bir kalb saklıyordu. Fakat deniz tuttu: Tadını pek çıkaramadım.

İlk kez büyücek bir şehir görüyordum. Ne Pazar’a (bizim ilçe), ne Rize’ye (ilimiz) benziyordu. Caddeler insan karmaşasıydı. O kadar arabayı bir arada hiç görmemiştim.

Ben ki, ayda-yılda bir kamyon geçecek de göreceğim diye, saatlerce “Kvacoli” (Lazca bir yer ismi) yolunda bekleyen nesle mensubum; arabaların vızır vızır (şimdi düşünüyorum da o kadar da vızır vızır değilmiş) geçmesi karşısında şok olmuştum.

“Böyle hızlı hızlı nereye gidiyorlar, herkesin ne kadar da acelesi var?” diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Şaşkındım. Hele gece bastırıp etraf ışıl ışıl olunca, şaşkınlığım büsbütün katlandı. Gözlerimi sokak lambalarından alamadım. İskele babasına oturup saatlerce baktım. Babam gelip almasaydı, belki sabaha kadar seyredecektim.

İstanbul’u ilk görüşüm ise 1957 başlarına rastlar. Bizim akrabaların da ortak olduğu “Haydar” isimli bir motorla (Karadeniz’e has bu tür motorlara “çektiri”den bozma olduğunu sandığım “çektirme” denirdi) bir haftada gerçekleşti bu yolculuk. Yine deniz tuttu, yine içim dışıma çıktı. Fakat ne hikmetse bu son deniz tutuşu oldu, bir daha hiç tutmadı.

Yine ilkleri yaşıyordum. Gördüğüm her şey benim açımdan son derece şaşırtıcıydı. Kendimi büyülü bir masalın içinde gibi hissediyordum. Boğaz’dan girişte düştüğüm şaşkınlığı unutamam. Bu nasıl bir kanaldı? Balıkçı teknelerinin, boğaz vapurlarının arasından süzülüp gidiyorduk. O gün ilk kez boğaz vapurunun bana son derece tuhaf gelen düdüğünü duydum. Bakışlarım büyük bir merak içinde bir noktaya yapışıyor, gördüklerimi çözemeden başka bir yere dönüyordu.

Bir yandan da babamla buluşma heyecanı yaşıyordum. İstanbul’daydı. Bir süredir sağ kalçama yerleşen ağrının sırrını çözecektik. Yani bu ilk İstanbul maceram doktora gitmek içindi.

Bediüzzaman’ın avukatı Bekir Berk’le de bu gelişim esnasında tanıştım.

Bürosu (o zamanki adıyla “yazihane”) Çarşıkapı’da Kiğılı Pasajı’nın içindeydi. Başka davalara bakmadığı için dış duvara büyük bir levha asmamış, sadece penceresine küçücük bir tabela koymuştu: “Bekir Berk, Avukat”.

Yer bitti, gerisi bir dahaki sefere inşallah.



Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi